24 Nisan 2012 Salı

Babel

Babel - Babil

Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Dram
Yapım: 2006



Iñárritu'nun kesişmelerle dolu bir filmi daha. Bu sefer 4 farklı hayat, 4 farklı ülke, 4 farklı kültür..

Dünyanın farklı yerlerinde geziyoruz bu sefer, birbirine paralel olarak yaşanan olaylar, sıralama yine karışık ve aralarında çok ince zaman farkları var ama birbirlerine bağlılar.
Fas, Meksika, ABD, Japonya.

Fas'lı bir aile ve herşeyi değiştiren bir tüfek. Baba, iki oğlu Yusuf ve Ahmed. İki kardeş ama onlar bile o kadar farklılar ki.



Amerikalı, Fas'a tatile gelmiş aile Susan (Cate Blanchett) ve Richard (Brad Pitt). Çocukları Mike ve Debbie Meksikalı bakıcıları ile birlikte güvenli evlerinde. Onlar ise çok farklı bir coğrafya'da, bambaşka bir kültür de turist olarak farklılıklarını seyrediyorlar. Çarşaflı kadınlar, kaç tane eşi olduğunu soran adamlarla birlikte..


Meksikalı Amelia (Adriana Barraza) ve Santiago (Gael García Bernal). San Diego'da Richard ve Susan'ın çocuklarına bakıcılık yapan, oğlunun düğününe katılmak / çocuklara bakmak zorunda olmak!! Fas'ta ellerinde tüfek çobanlık yapan çocuklar ve San Diego'da kendileriyle kalması için oğlunun düğününe bile gitmemesi istenen bakıcıları tarafından uyutulan çocuklar!



Japonya, Chieko (Rinko Kikuchi) ve Babası. Chieko zaten iletişimsizliği en uçta yaşayanlardan biri film de. Sağır, dilsiz. Kendi yaşıtları içinde bile, normal! gençler arasında yer bulamıyor, hala bakire olduğu için kendisini kötü hissediyor. Annesinin ölümünden sonra kendisiyle ilgilenmediğini düşündüğü babasıyla sorunları var.



Kendi izole dünyamızdan çıktığımız anda ne kadar anlaşılabiliriz ya da biz ne kadar anlayabiliriz dünyanın geri kalanını? Bizi farklı kılan ne? Amerika'lıyı üstün, Fas'lıyı geri olarak nitelendiren ne?
Farklılıklarımız, farklılıklarımızın bize yaşattığı karmaşa, sadece insan olmamızın asla yetmemesi, bu farklılıkların bizleri birbirimize karşı anlaşılmaz kılması, iletişimsizliğimiz. Amerikalı, Faslı, Meksikalı, Japonyalı olarak sınıflandırılmalar. Herhangi bir Ülke'de yaşayan bir çocuğun hayal bile edemeyeceği şeylerin, diğer bir Ülke'de ki çocuğun hayatı olması.

Birbirimizi ne kadar anlarız, anlamak ister miyiz? Anlasak bile asla bir olamayız. Farkılıyız evet ama bu farklılılar neye ve kime göre? Kimdir Amerikanın burnunun dibinde ki Meksikalıyı 2. sınıf vatandaş yapan? Kimdir Fastaki Amerikalıyı kurtarmak için çırpınan ama Faslı bir çocuğun hayatına kıymet vermeyen?

Söylenecek çok şey var bu film ile ilgili. İzlenmesi bence kesinlikle gerekiyor, eğer bu tarzı seviyorsanız kesinlikle izlenmeli.

IMDB Puanı: 7.5

20 Nisan 2012 Cuma

Amores Perros

Amores Perros - Paramparça Aşklar ve Köpekler

Yönetmen : Alejandro González Iñárritu
Yapım: 2000
Dram, Gerilim

      "Porque tambien somos lo que hemos perdido. Çünkü bizler aslında kaybettiğimiz şeyleriz"

                                              

3 ana karakter, 3 hayat, 3 mutsuzluk, 3 acı, 3 çaresizlik, 3 aşk, 3 farklı tutku. Bir kaza ile kesişen hayatlar.
Abisinin karısına aşık, onunla olabilmek için köpeğine umut bağlamış, köpeği ile para kazanmaya çalışan Octavia (Gael García Bernal).



Onunla olmak için eşini ve çocuklarını terkeden bir adamla yeni bir hayat kurmaya çalışan başarılı, güzel manken Valeria (Goya Toledo) . Kaybettiği şeyler, hayatının alt üst oluşu ve bu kaybedişte yanında olan köpeği, köpeğine bağladığı umut.


İdealleri uğruna ailesini terkeden Devrimci El Chiavo (Emilio Echevarria). Köpeklerle birlikte sürdüğü yaşamı, onlara olan bağlılığı ve bir zamanların koministinin şimdinin kapitalistlerinin kiralık katili olması. Hayatına devam etmek için öldürmesi.


Hayatla bu kadar iç içe, bu kadar gerçek filmleri daha çok seviyorum. İçinde barındırdığı ironiyi, gerçekliği yüzümüze çarpmasını, filmi bittikten sonra günlerce aklımızda kalmasını, düşündürmesini.

Hayatımız boyunca doğru ve yanlış yaptığımız bir çok şeyin, başkalarının hayatlarını nasıl etkileyebileceği, aynı şekilde başkalarının hayatlarındaki hataların bizleri nasıl etkileyip hayatımızı kökten değiştirebileceğini çok güzel anlatmış.

Mutsuzluk barındırır bu film, kıyısından köşesinden umut beslerken sizi içine çeker ve gerçekleri önünüze serer. Mükemmel, karışık, parçaları kafanızda birleştirmeye çalışırken sonunu ve 3 olayı çok güzel bir şekilde birbirine bağlayan ama sırasız değişik bir kurgusu olan bir film. Hayatta kalmak için öldüren köpekler, hayatta kalmak için öldüren bir adam, karısını terketmiş bir adam, kızını terketmiş bir adam, kardeşinin karısın da gözü olan bir adam, evli bir adamla birlikte olan bir kadın, terkedilmiş bir kadın, terketmek üzere olan bir kadın. Bu 3 hikaye de bunların hepsi var, aşkın hangi halidir bu? Aşk ne kadar gerçektir? Paranın hayatımızda ki yeri ne kadardır? Para karşısında diz çökmeyecek kim vardır?

Film de sahipleri ve köpekler arasındaki ilişkide çok önemli ve paralellik var.

Ve en sonra habil ve kabil.. Kardeşlik nedir?

Film ile ilgili yazmak istediğim çok şey olmasına rağmen detay vermemek için daha fazla yazmayacağım. Kesinlikle dikkatle izlenmesi gereken bir film benim için.

IMDB Puanı: 8.2

Biutiful

Biutiful

Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Yapım: 2010
Dram


Hikaye Barcelona’da geçiyor, Edmund Bertrem (Javier Bardem) yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışarak çocuklarına bakmaya çalışan, bazen polisler başı derde giren, sorunlu ama fedakar bir baba. Ayrıldığı eşi alkolik, sorumsuz, anne olabilecek vasıflara sahip değil.



Film'de para kazanmak için Afrika ve Çin'den bir umut Avrupa'ya gelen insanların çaresizliğini de izliyoruz. Edmund'un yaptığı yasa işlerin başında o insanlara çalışacak, kalacak yer bulmak var. Para kazanmak için sınır tanımıyor çünkü mecbur, ayakta kalmalı, çocuklarını ayakta tutmalı çünkü güvenecek hiç kimsesi yok. Bir yandan da çok ilgili ve fedakar bir baba.


Bu film de güzel olan hiç birşey yok! Fakirlik, çaresizlik, acı, sorunlar, ölüm iç içe. Acımasız bir hayat'ı izliyoruz ve film karanlığı ile bizi de içine çekiyor. Babanın çaresizliği en acısı ve en dokunaklısı. O çaresizliği hissediyorsunuz izlerken. Bir yanda para sıkıntısı, bir yanda çocukları için endişesi, bir yanda hastalık.




Filmin ismi bile Beautiful olması gerekirken Biutiful!

Bence kesinlikle izlenmesi gereken bir film. İçinizi sıkıcak, sizi boğucak ama izlenmeli. Başladığı gibi kendi çirkinliğinde bitiyor film. Hayat gibi. Bir şey iyi başlamazsa asla iyi bitmez der gibi!

Javier Bardem'in oyunculuğuna hayran kaldım.

IMDB Puanı: 7.4

15 Nisan 2012 Pazar

Insidious

Insidious - Ruhlar Bölgesi

Yönetmen: James Wan
Gerilim, Korku


Konumuz kısaca, Renai (Rose Byrne) ve Josh (Patrick Wilson) üç çocuklu ve yeni evlerine taşınmış bir çifttir. Oğulları Dalton eve taşındıklarından kısa bir süre sonra teşhis konulamayan fakat koma gibi bir durumda giriyor. Sonra ev de tuhaf olaylar yaşanmaya başlıyor.
Bu film de perili ev durumu yok. Ruhlar var ama aslında olay düşündüğümüzden daha farklı çıkıyor izledikçe. Belki de filmin en ilginç, hadi ya diyeceğiniz kısmı o olabilir!


Sonra Renai (Lin Shaye) isimli bir medyum? geliyor Josh'ın annesi ile birlikte, durumun ne olduğunu anlamak ve yardım etmek için.


Sanırım daha fazla devam edemeyeceğim filmi sakince anlatmaya. Bu nasıl saçma bir filmdir? Ben bu filmi neden izledim? Hadi azıcık korkalım diyen kardeşime uydum tamam da filmi onun seçmesine neden izin verdim?

Bir kere bu nasıl bir babadır, nasıl bu kadar duyarsızdır? Şöyle bir ihtimal de var tabi Patrick Wilson'da ben bu filmde ne yapıyorum diye düşünüp sadece ortalarda dolaşmış ve ezberden replikleri okumuş da olabilir! Karısı intiharın eşiğine gelmiş adam eve geç gelme derdinde, evde bişiler dolaşıyor, çocuk 3 aydır nedensiz uyuyor, evin kapısı kendi kendine açılıyor falan adam put gibi!!


Sonra bir şekilde inanıyor duyarsız babamız, Renai'den yardım almaya ikna oluyor. Renai'nin 2 tane de yardımcısı var. Birbirinden salak, o sırada film korku mu yoksa biri bizimle dalga mı geçiyor da diyebilirsiniz. Birbirleriyle didişiyorlar durmadan.

Aslında ruhlar çocuğu ele geçirmemiş, çocuk astral seyahate çıkıyormuş ama bu sefer çok uzağa gitmiş geri dönememiş, iblisler de onun boş kalan bedenine girmek istiyormuş. Hatta en kırmızı suratlısı ( üstteki fotoğraf) çocuğu esir almış diğer tarafta dönemesin bedenine diye. Baba da aslında çocukken bunu yaşamış ama hatırlamıyormuş, Renai onu da  kurtarmış, çocuğu bir tek baba gidip geri getirebilirmiş. Çocuğun başında 3 ay bekleyen ve yine de bedenini ele geçiremeyen iblislerin, babanın bedenini 1 saatte nasıl ele geçirdiği ise benim için hala muamma?

Daha fazla uzatmak istemiyorum. Ben bu filmden hiç bir şey anlamadım. Sadece izlemek isteyen olursa diye uyarmak için yazıyorum :) Saw'ın yönetmeni kötü film yapmaz gibi bir aldanışınız da olmasın, Saw filmi ayrıca tartışılır.

IMDB Puanı: 6.8 ( Fazla bu puan!)

14 Nisan 2012 Cumartesi

Apollo 18

Apollo 18 - Ölüm Yolculuğu

Yönetmen: Gonzalo López-Gallego
Bilim - Kurgu, Gerilim, Korku



1972 yılında Apollo 17 isimli uzay aracı insanlı son seyahati gerçekleştirir fakat yıllar sonra NASA'ya ait bir video kaydının ortaya çıkmasıyla herkesten gizlenen bir insanlı uzay yolculuğu daha olduğu öğrenilir. 
Ryan Robbins ve Lloyd Owen başrolde. Zaten film de sadece 2 astronot etrafında geçiyor.

Nasa'nın 1961 - 1975 yılları arasında Ay'a 17 insana uçuş gerçekleştirdiğini biliyoruz. Ya daha fazlası varsa? Sonra neden gidilmedi? Bu uçuşlar neden bitti? Yani sen 60 ı yıllarda Ay'a insanlı araç yollarken şu an ki teknoloji ile gerçekten bunu yapamıyor musun?
Komplo teorisi de ya da efsanalerden yola çıkılmış diyebilirsiniz ama durup düşündüreceği kesin. Kaybolan ay taşlarından da bahsedildiğini düşünürsek!!




Belgesel niteliğinde de olan film de, uzaya gönderilen o 2 astronotun uzay da yaşadıklarını izliyoruz.



Uzay da geçirdikleri sürede yalnız olmadıklarını farkeden astronotlar ne yazık ki karşılarında olan "şey" ile baş edemiyorlar çünkü ne ile baş etmeleri gerektiğinin de zaten farkında değiller. Farkedene kadar da iş işten geçmiş oluyor.

Daha önce uzayda ölmüş astronotların cesetleriyle karşılaşıyorlar. Birşeyler dönüyor etraflarında ama anlam veremiyorlar.

 
Mükemmel bir film değil, belki beklentinizi çok karşılamaz ( Bu tamamen sizin filmden beklentinizle alakalı tabii) Uzay ya da uzaylılarla ilgili filmleri sevenlerin zaten kaçırmaması gerek. Ben izlediğime pişman mıyım? Hayır. İzlenemez diyemem bu filme. Bir kere filmi izlerken gerçekten geriliyorsunuz ve yaşanan çaresizlikten rahatsız olacağınız kesin. Filmin bana hissettikleri bu, uzaydasın, eve dönmek pek senin elinde olan bir şey değil, o sırada insani duygularınla da baş etmeye çalışıyorsun ( Filmin sonunda bunu farkedeceksiniz) İnsanı gerçekten geren bir film.

Ben uzaylıları daha farklı hayal etmiş olabilirim. Böcekler mi yani?! İletişim kurabileceğimiz canlılar gibi benim gözümde hep, koca evrende sadece bizim olabileceğimiz bana pek mantıklı gelmiyor. Bir de neden bu tarz filmler de hep ağzımız burnumuz yamularak, kan revan için de ölmek zorundayız onu da çok anlamıyorum. Şu yaratıkların biri de içimize girmesin, biri de bizi yaratığa dönüştürmesin bir zahmet.

Son olarak bu film sanırım bir kaç hafta önce vizyona girdi ama ben yaklaşık olarak 3 ay önce izledim! Son zamanlar da vizyona giren bir çok filmi de yaklaşık olarak 2-3 ay önce izlediğimi düşünürsek neden bu filmler bize bu kadar çok geç geliyor? Bir de yine Apollo 18 ismi yetmemiş bize Ölüm yolculuğunu eklemişler sonuna, filmin sonunu yazsaydınız bari afişe?

IMDB Puanı: 5.3

13 Nisan 2012 Cuma

Perfect Sense

Perfect Sense - Yeryüzündeki Son Aşk

Yönetmen: David Mackenzie
Dram, Romantik, Bilim Kurgu



Başarılı bir şefin olan Michael (Ewan McGregor) ve bir bilim insanı olan Susan'ın (Eva Green) aşk hikayesi etrafında, dünyayı saran ve önlemez, neden olduğu anlaşılamamış bir virüs sonucunda insanların duyularını kaybetmelerinin hikayesini izliyoruz.

Çok başka, çok orjinal bir film bu.
Klasik bir aşk filmi beklemeyin değil. Bilim kurgu, virüs diyince yaratıklar, yaralarla parçalanarak ölen insanlar da beklemeyin çünkü o da değil.



Duyularınızın hepsini teker teker kaybettiğinizi düşünün. Koku almıyorsunuz, tat almıyorsunuz, duymuyorsunuz, görmüyorsunuz. Elimiz de kalan tek şey dokunmak.

Aslında şu an, anı yaşarken bile ne kadarımız yediğimiz yemeklerin tadına varıyor? Parfüm haricinde kokladığımız kaç şey var? Neleri duyuyoruz gerçekten ve gerçekten görüyor muyuz? Bunların ne kadar farkındayız, hayatı gerçekten ne kadar yaşıyoruz? Aşk'ı ne kadar hakkıyla yaşıyoruz? Herşeyi bir anda tükettiğimiz bir dünya var önümüzde ve aslında ne çok şeyi kaçırıyoruz acelemizden. İzlerken bunları sordurdu bana film.

Duyuları kaybederken verilen tepkilere ve sonrasında insanoğlunun her duruma ayak uydurması, bir şekilde adapte olması, yaşamak için verilen çabaya bence özellikle dikkat etmeli izlerken. Bir yere kadar tabi ayak uydurma da. Niye aşk serpiştirmişler ki ne alaka da diyebilirsiniz ama bence aşk'ın da kaybettiklerimizle çok ilgisi var.

Kimse hatta kendisi bile duymazken çalmaya devam eden bir müzisyen ve onu izleyen insanlar. Hayat herşeye rağmen devam etmek zorunda..



Yeryüzünde ki son aşk diye çevirmişler, mantıksız geldi bana isim. ( Bu fimlerin isimleri kim çeviriyor??!! Hiç mi izlemiyorlar filmi o çeviriyi yaparken!)  Fragmana ya da bazı sinema sitelerinde yazılan saçma kısa açıklamalara ( Kadınlara bağlanmakta sorunları olan şef Michael ve kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş soğuk görünümlü güzel doktor Susan gibi) aldanıp bu filmi es geçmeyin derim.

ve filmin son sahnesi, böyle güzel, böyle vurucu bir son daha olamazdı.

Son olarak filmin müzikleri de harikaydı.

IMDB Puanı: 7.1

12 Nisan 2012 Perşembe

The Adjustment Bureau

The Adjustment Bureau - Kader Ajanları

Yönetmen : George Nolfi
Bilim - Kurgu, Gerilim, Romantik



Genç politikacımız David Norris'in (Matt Damon) güzel balerin kızımız Elise (Emily Blunt) ile karşılaşması ile başlayan filmimiz, David'in Elise ile aşkına engel olmaya çalışan gizemli güçleri farketmesi ile devam eder.


Film özetle; Size yazılmış bir kader var, biz yazdık biliyoruz diyen melekler! ile hayır ben o kaderi değiştiririm aşkım için diyen David'in koşuşturması, kapışması vs. Film de bolca kovalama var ama eğlenceli diyebilirim.



Öncelikle film çok akıcı, sıkılmadan izlenecek bir film. Aşk ön planda, bilim kurgu öğeleri daha arka planda aslında. Kaderlerine karşı çıkan 2 insan, insan kaderini kendi yazabilir gibi bir mesajı vardı sanırım ama filmin sonunda "yok canım, baktık siz çok inatçısınız biz sizin kaderinizi yeniden yazdık" tarzı yaklaşımda iyiydi :) Kaderi değiştirmek elimizde mi? Eh işte!? Bir de gerçekten aşık olunca herşeyi karşımıza alabiliriz de demeye çalışılmış olabilir.



Film de ilahi öğeler, tanrı, melekler falan gayet bürokratik bir şekilde sunulmuş bize. Yani yukarı da bir sistem var gayet güzel işliyor :)

Bence keyifle izlenecek bir film, filme derin anlamlar yüklenmesine de gerek yok ama.

IMDB Puanı: 7.1

I Am Love

Io Sono L'amore - I Am Love - Benim Adım Aşk

Yönetmen: Luca Guadagnino
Dram, Romantik


Lütfen önce filmin afişini bir inceleyelim. Bazı filmler de afiş o kadar çok şey anlatır ki film hakkında (ya da bana öyle geliyor). Pembe elbisesiyle çok farklı bir kadın var orada ki insanların içinde.
Tilda Swinton seviyorsanız eğer zaten sadece onun için izlenir bu film.
Bir aşk, ihanet filmi aslında I am love.
Emma ( Tilda Swinton) bir rus göçmeni, Milan'ın ileri gelen ailelerinden birinin de gelini. Mükemmel bir eş, anne, evine karşı bütün sorumluluklarını yerine getiren bir kadın. Fakat Emma'yı anlamaya başladığınızda görüyoruz ki o aslında adını bile unutmuş, kim olduğunu bilmeyen, olması istenen kişiye dönüşmüş bir kadın.

Şirketin başına geçmekten başka hayalleri olan bir oğul, lezbiyen bir kız evlat, sonra bir anda hayatına giren oğlunun arkadaşı Antonio (Edoardo Gabbriellini). Antonio ile yemek muhabbetine başlayan bir yakınlaşma. Emma burada adamın baya peşinde dolaştı ama herşey çok da tesadüfi olmadı ve tabi ki aşk, yasak bir ilişki, ihanet.

Emma burada oğluna mı ihanet etti yoksa kocasına mı diye sordum kendime filmi izlerken. Çünkü Emma aslında çok büyük bir şeyi kaybetti bu ilişki ile. Bir kaza ve herşeyin açığa çıkması. Açığa çıkaran da kendisi zaten. Emma'yı bu şekilde cezalandırılmış olarak bile düşünebilirsiniz ama onun o evden koşarak gitmesi bence vicdan azabı hissetmediğinin ve bunu pek de ceza olarak görmediğinin kanıtı. Bir şey bekliyormuş olmuş ve kaçmış gitmiş gibi.


Film öyle bir anda bitiyor ki kalakalıyorsunuz. Devamı olması gerek gibi düşünüyorsunuz.
Bana sadece şunu dedirtti bu film "Bazı aşklar sizi olmadığınız bir insana dönüştürürken, bazı aşklar kendiniz olmanızı sağlar"

Film çok durağan. Benim gibi Tilda Swinton hayranlığınız yoksa sıkılma ihtimaliniz bile yüksek. Neydi bu şimdi bile diyebilirsiniz.

IMDB Puanı: 6.9

Sevdiğimiz filmlerin defterleri

Bugün İnkılap Kitapevin'de gezerken bu güzel defterleri buldum. Benim gibi sinema ile yatıp kalkıyorsanız tercih edebilirsiniz :)





Benim özellikle ilgimi çeken ise filme olan sevgimden Pulp Fiction oldu;




Ben ilk defa karşılaştım, belki uzun zamandır vardır bilmiyorum. Bunlar haricinde bir de Twilight'li olanı vardı. Defterler çizgiliydi (hepsine tek tek bakmadım ama benim baktıklarım çizgiliydi en azından) ve fiyatı da 7.90 TL.
Ben Bahçelievler Metroport AVM de gördüm, diğer şubelerde de vardır sanırım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Melancholia

Melancholia

Yönetmen: Lars von Trier
Dram, Psikolojik, Bilim kurgu(?)



2 kız kardeş, birbirlerinden oldukça farklılar. Sorunlu kardeş Justine (Kirsten Dunst) ve Sakin, düzgün Claire (Charlotte Gainsbourg) ve dünyaya yaklaşan bir gezegen, dünyanın sonu geliyor. Karakterlerin tepkilerini izliyoruz bu son ile birlikte.



Filmin ilk bölümü Justine'in düğünü ile başlıyor. İlk bölümün sizi boğması muhtemel zaten ilk bölüm Justine'i anlatıyor ve sorunlu Justine'i gayet iyi anlatmış bence. Kendi düğünün de aşağıda misafirler beklerken gelinliği çıkarıp küvete yatan, uyuya kalan, gidip çimlere işeyen, bir gülen, bir ağlayan, kocasının zaten bence asla anlamadığı bir kadın Justine. Salak bir patron, patronun peşinde dolaşan yine salak, çıkarcı bir adam, kızıyla zahmet edip bir konuşmayı bile yapmayan bir baba, "çok masraf ettik bu düğüne, mutlu olsan iyi olur" diyen ablasının kocası. Bu film de tüm erkekler erkekliğin yüz karası diyelim. Justine zaten anlaşılması zor bir karakter, anlayan ya da anlamaya çalışan zaten yok. Onun dünyanın sonunun gelmesiyle de bir sorunu yok, o zaten hayat'la sorunu olan bir kadın. Düğünün de işinden istifa ediyor, düğün sabahı eşini terkediyor. Bence Justine'i en güzel özetleyen cümle de eşi giderken söylediği idi "Ne bekliyordun ki?"



2 bölüm Claire'i izliyoruz. 2. bölüm ilk bölüme göre daha hareketli ve olayın artık içindeyiz. Gezegen gittikçe yaklaşıyor. Claire'nin eşi John (Kiefer Sutherland) hesaplamalar yapıyor, sorun olmayacağından, görsel bir şölen yaşanacağından, gezegenin asla çarpmayacağından çok emin. Claire ise endişeli, gergin, sakin kadın gidip yerine ne yapacağını bilmeyen, kaçmak için saçmalayan, ordan oraya koşturan bir kadın geliyor.



Son'un nasıl olacağına takmış durumda. İyi olmak zorunda gibi hissediyor, bu sırada Justine ile yaptıkları konuşma bence iki kardeşi özetleyen bir konuşma olmuş. Justine'nin tepkisi çok iyiydi "Tuvalette olsan ne olur?" gibi bir yaklaşımı var. Ee bence mantıklı, bitiyor işte nerede olduğunun ya da ne yaptığının pek önemi yok!
Söylediğim gibi Justine'nin sorunu hayatla ama Claire'nin sorunu bitmesiyle. Justine sakince bir kabullenişte, Claire delirmek üzere.
Bu arada sorun olmayacağından emin John, işte insanoğlu böyle dedirten bir hareketle, çocuğunu eşini bile düşünmeden kendini öldürüyor.

Ve filmin final sahnesi. Justine'nin yiğeni için yaptığı sihirli mağara!



Bence bu tarz filmleri seyretmeyi sevenler için kaçırılmaması gereken bir film. Müzikler bir şölen zaten. 2 kadını, kardeş olsalar bile çok farklı 2 kadının felaketler karşısında ki tepkilerini, çaresizliği, yalnızlığı çok güzel aktarmış. Ben oyunculuklara da söylecek söz bulamadım. Bence harikaydı.

IMBD Puanı: 7.3

10 Nisan 2012 Salı

Never Let Me Go

Never Let Me Go - Beni Asla Bırakma

Yapım: 2010

Yönetmen: Mark Romanek
Dram, Romantik



Film Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Romanı okumadım ama film benim için fazlasıyla sarsıcıydı diyebilirim.

1952 yılında insan ömrünü uzatmak için kopyalandığı insana organ sağlamak için insanlar üretilmeye başlanır. Bu cümle bile bizim durup düşünmemiz için yeter sanırım, ilaç firmalarına hayvanları denek olarak kullandıkları için isyan eden bir zamanda yaşarken biz, birisine organ sağlamak için "üretilmiş" insanlar! İnsanlık nasıl bir uzun yaşama heyecanına kapılmışsa kimsenin buna itirazı da yok.



Film işte tam da burada başlıyor. 1970 li yıllara geliyoruz ve klon çocukları izlemeye başlıyor. 3 arkadaş, Ruth (Keira Knightley), Kathy (Carey Mulligan) ve Tommy (Andrew Garfield). Önce çocuklukları, okulda ki halleri, neden oradalar, kimler, neden dışarı çıkamıyorlar? Acımasızlıkla sarsılabilirsiniz. Çit'in dışı ile ilgili hikayelerle dehşete düşebilirsiniz ve bu çocuklar söylenen herşeye kayıtsız şartsız inanmaya o kadar meyilli ki. Başka şansları var mı diye de düşünebilirsiniz.


Kimse onları "insan" olarak görmese de insanca duyguların sardığı 3 arkadaş. Aşk, dünyayı tanıma hevesi, 18 yaşlarına geldiklerinde okuldan ayrılamaları ile birlikte başlayan sorgulamalar. Sorgulamalar dediysem de bir isyan beklemeyin. Sizi delirtebilecek bir kabulleniş var bu film de.

Beni en çok etkileyen sahnelerden biri aşağıdaki idi. Klonlandığı insanı gördüğünü zanneden kopyanın, onu görme çabası.



En son dönem; organ bağışlarının başladığı ve arkadaşların birbirlerine itiraflarının da başladığı dönem ve aşk yine bazı şeylere galip geliyor, eğer gerçek aşkı taşıdıklarını ispat ederlerse bir kaç yıl daha yaşayabileceklerini sanıyorlar. Buna öyle yürekten inanıyorlar ki, siz böyle bir şey olmayacağını bilerek onların umudunu üzülerek izliyorsunuz ve sonunda yaşadıkları hayat kırıklığı, bu hayal kırıklığını bile sakince kabul edişleri.


Sevdiğinizin vücudunun parça parça alınmasını izleyerek ve ölüme her gün daha da fazla yaklaştığını bilerek yaşayabilir misiniz? Sizi de bekleyen sonun bu olduğunu bildiğiniz halde..


IMDB Puanı: 7.2




9 Nisan 2012 Pazartesi

The Ides of March

The Ides of March - Zirveye Giden Yol

Yönetmen : George Clooney
Dram, Politik



Öncelikle filmin afişini çok beğendiğimi söylemek istiyorum. Bence afiş bile film ile ilgili fikir edinmenize yardımcı olur.

Konumuz kısaca; Vali Mike Morris ( George Clooney) filmde idealist demokrat bir başkan adayı, Stephen Meyers (Ryan Gosling) ise işinde çok başarılı, genç, hırslı ve Morris’e gerçekten inanan iyi bir kampanya danışmanı. Hatta o kadar iyi ki, bu mükemmel Valimizin sonunu getirebilecek olan bazı durumları ortadan kaldırmak için kimsenin haberi bile olmadan bir çok sorunu hallediyor,filmi izledikçe görüyoruz ki pek kabersiz birşey yapılması mümkün değil, birilerine güvenebilmek ise hiç mümkün değil.



George Clooney filminde idealistiği abarttığı “Müslüman değilim, ateist değilim, hristiyan değilim, yahudi de değilim. Benim dinim Amerika Birleşik Devletleri Yasalarıdır.” sözleri de var. Bana bir başkan adayının sarf edebileceği sözler gibi gelmedi Obama'nın bile Hristiyanlığı ispat etmeye çalıştığı bir Amerika'da. Sayesinde mükemmel politikacı olmadığını da öğreniyoruz zaten.

Karşı tarafın kampanya yöneticisi Tom Dufy (Paul Giamatti) Stephen'e iş teklif ettiğinde ise olaylar başka bir boyuta geçiyor ve Stephen kendini bir anda acımasız politikanın içinde buluyor. Tek yanlış, bir tek küçük yanlış bile bir çok şeyi değiştiriyor.  Philip Seymour Hoffman'ın harika sahneleri var filmin bu yarısında.


Ve evet sonunda Stephen'da oyunu kuralına göre oynamayı öğreniyor. Siyasette başarıya gitmek için her şeyin yapabilirsin ama herşeyi yapamazsın :)) Durumu özetleyen en güzel replik; "Politikanın tek kuralını çiğnedin. Başkan olmak mı istiyorsun? Bir savaş başlatabilirsin, yalan söylersin, hile yaparsın, ülkeyi iflasa sürüklersin ama bir stajerle yatamazsın. Hesabını sorarlar"

Politik filmleri seviyorsanız bence kesinlikle izlenmeli. Sonu güzel bağlanmıştı, politika böyle bir şeymiş dedirtircesine.

IMDB Puanı: 7.3