29 Kasım 2012 Perşembe

Before Sunset

Before Sunset - Gün Batmadan

Yönetmen: Richard Linklater
Dram, Romantik
2004


İlk film için; Before Sunrise

Celine (Julie Delpy) ve Jesse'nin (Ethan Hawke) tanışmalarının 9 yıl sonrası.. Jesse'nin kitap tanıtımı için gittiği Paris'te yeniden karşılaşıyor çiftimiz.Jesse'nin uçağının kalkmasına bir kaç saat vardır ve bu saatleri Celine ile geçirmek ister. Bu sefer Paris sokaklarında, cafelerinde başlarla dolaşmaya ve aradan geçen 9 yılı birbirlerine anlatmaya...

 
 
Filmin bir başlangıca ve sona ihtiyacı olmaması hissini seviyorum. Film yine bir anda başlıyor, çiftimiz aradan sanki 9 yıl değil de 9 dakika geçmişcesine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu sefer cevaplanması gereken sorular daha fazla.. 23 yaşındaki toy halleriniz izlediğimiz çiftimiz bu sefer 30 lu yaşlarda, geçmiş, gelecek, dünya meseleleri, cinsellik, aşk, evlilik, işleri, yapabildileri - yapamadıkları - beklentileri üzerine söyleyecek çok daha fazla şeyleri var birbirlerine.. Zorlama yada klişe hiçbir diyalog yok, içlerinden geldikleri gibi konuşuyorlar. Değişmişler, hayat her zaman yaptığı gibi değiştirmiş, bazı şeyleri götürmüş ama sanki 9 sene önceki o bir gece hep gerçek kalmış..


Film bize 9 sene öncesinde aklımızda kalan soruların cevaplarını da veriyor. İlk filmden daha romantik ama daha da gerçek sanki.. Ve yine birbirine aşık insanların sadece "sana ölüyorum" cümleleri kurmadığını, dünyanın gidişatı, çevre kirliliği gibi konuları da konuşabildiğinin kanıtı :)


İlk filmi izlemeniz gerekmiyor aslında bu film için, bir anda bu film ile de giriş yapabilirsiniz çünkü tek başına da çok iyi bir film ve film de geri dönük yapılan konuşmalar ve görüntüler ile 9 sene öncesi ile ilgili boşluk kalmıyor. Mevzuyu zaten anlıyorsunuz ama ben yine de ilk filmi de izlemenizi tavsiye ederim..
 
 

Yine zevkle izledim, hayat üzerine, ilişkiler üzerine çok güzel cümleler, düşünceler var, yaş itibari ile daha yakın buldum kendime. Yine çok doğal, yine çok sade, yine herşey olduğu gibi.. Arka planda Paris sokakları, insanlar, büyüleyici yapılar , hayat akıp gidiyor, karakterler de hayat gibi hayatın getirdikleri ile bile sürükleniyorlar..

Yine bir anda geldiği gibi, bir anda bitiyor film.. En çok bu hallerini seviyorum sanıyorum bu serinin..

Aşk üzerine yüzlerce film çekile dursun, biz bu filmi sarıp sarmalayalım, saklayalım..

Şimdi Before Midnight'i hevesle bekliyorum :)

IMDB Puanı: 8.0

Before Sunrise

Before Sunrise - Gün Doğmadan

Yönetmen: Richard Linklater
Dram, Romantik
1995



Fransız Celine (Julie Delpy) ve Amerikalı Jesse (Ethan Hawke) bir çiftin kavgası sırasında tesadüfen yolculuk yaptıkları trende karşılaşırlar.. Kız Paris'e gitmektedir, oğlan Viyana'da inecektir trenden.. Jesse ertesi gün sabah uçağı olduğunu, parası olmadığından sabaha kadar Viyana sokaklarında dolaşasağını ve kendisine eşlik etmesini ister Celine'den ve böylece film başlar..


Sabaha kadar bol sohbetli, eğlenceli, bazen duygusal, bazen çok romantik bir şekilde Viyana sokaklarını gezerler. Birbirilerini tanırlar, yaşadıkları zorluklardan, hayattan beklentilerine, hayat hakkındaki görüşlerine kadar derinlemesine ve her telden bir sohbetin içine girerler..

Film tamamen diyaloglar üzerinde ve 2 kişi üzerinden ilerliyor buna rağmen asla sıkmıyor. ( Ben zevkle izledim) Farklı kültürlerden gelmiş iki insanın tecrübelerini, hayata karşı bakış açılarını ve beklentilerini doyumsuz bir sohbet eşliğinde sunmuş film bize.


Ben mükemmel görüntüler, mükemmel kıyafetler, sabah kalktığında bile saçlar yapılı gibi, gözler rimelli hatunlar ile yine aynı mükemmellikteki erkeklerin olduğu , "ayrıldılar, barıştılar, kavuştular, biri öldü, diğeri unutamadı, gitti başkasıyla evlendi mutsuz oldu" konulu ve yine tüm filmin "senin için ölürüm, seni öyle böyle seviyorum ki, öyle böyle değil" replikli aşk filmlerinden pek hazetmiyorum. Çünkü gerçek gelmiyor. Yani bir insanın "senin için ölürüm" cümlesinden sonra en ufak bir yanlış anlaşılmada, konuşmak yerine öldüğü sevgilisini terketmesi nedense bana hem duygusal hem mantıken saçma geliyor. (En aklımda kalan klişelerle genelleme yaptım)



Bu sebeplerdendir ki bu filmin; saçlar en doğal haliyle, makyajsız, tek bir kıyafet ile, çok sade ve yalın bir şekilde, Viyananın sokaklarını ve sabaha kadar canlı kalan ruhunu, iki insanın birbirine karşı en gerçek olabilecekleri halini bize aktarmış olması kalbimi fethetti.. Yani aşk demek sonsuz mükemmellik demek değilmiş..Öyle olması da gerekmezmiş zaten..

Ama aşk beklemediğimiz bir anda gelebilir, anlayamadığımız bir şekilde bizi vurabilir ama hayat bizleri farklı yönlere savurabilirmiş.. ve bir insanla geçirdiğiniz 14 saat hayatınızda derin izler bırakabilirmiş..Aşk sadece kavuşmak demek değilmiş..

En çok aklımda kalan cümle ile bitireyim;
Celine: Ben şuna inanıyorum; Eğer bir çeşit tanrı varsa, bu bizim içimizde olamazdı, ne senin ne de benim, ama sadece şu aramızdaki küçük mesafede olurdu. Eğer bu dünyada büyü diye bir şey varsa, bu başka birinin seninle paylaştıklarını anlama çabası olmalıdır. Biliyorum, bunu başarmak neredeyse imkânsız, kim umursar ki? Ama cevap çaba göstermek olmalıdır.

Filmi yeni izlemiş olmak şans sanıyorum, çünkü 2004'te çekilmiş olan Before Sunset'i de hemen arkasından izleme şansımız var, 9 sene beklemek zorunda kalmadık ama Before Midnight için biraz bekleyeceğiz.. Evet 3. film geliyor..

2. Film için Before Sunset

IMDB Puanı: 8.0

20 Kasım 2012 Salı

Dogtooth - Kynodontas

Dogtooth - Kynodontas - Köpek Dişi

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Dram
2009 - Yunanistan


Bir baba düşünün, eşi ve 3 çocuğu ile (2 kız, 1 erkek) şehrin dışında bir çiftlik evinde yaşıyor olsunlar. Buraya kadar herşey normal ama filmle ilgili sadece bu kısım normal.

Çünkü baba kendi dünyasını / iktidarını yaratmış. Çocuklar asla ve asla dışarıya çıkmıyorlar, dış dünya ile tek bağlantılı kişi baba, arabasıyla dışarı çıkıyor, işe gidiyor, evin ihtiyaçlarını karşılıyor. Çocukların bir şeyleri sorgulayıp, sorgulamadığını merak edebilirsiniz. Sorgulamıyorlar, çünkü size ne öğretilirse onu bilirsiniz. Ayrıca korku unsuru çocuklar üzerinde ciddi olarak kullanılmış. Size doğduğunuz andan itibaren, kapının dışına çıktığınızda size zarar vermek isteyen canlılar olduğu öğretilirse ve sadece araba ile dışarı çıkılabileceğini de beyninize sokarlarsa, siz o kapıdan adımınızı atamazsınız.. Araba ile dışarı çıkılabilir sadece ve şu, şu, şu şeyler yerine gelince araba kullanmayı öğrenebilir ve dışarı çıkabilirsiniz denirse de, siz o şeylerin olmasını bekler ve babanızın araba ile dışarı çıkmasını yadırgamazsınız..



Babanın yarattığı dünyada, çocuklar dinledikleri kasetlerden (annenin / babanın doldurduğu) eğitim alıyorlar. Yeni kelimeler öğreniyorlar. Bunu da şu şekilde anlatabilirim, mesela battaniyeye neden battaniye diyoruz, onun adı çerçeve de olabilirdi. Birisi bize onun battaniye olduğunu öğretti ama onun adının çerçeve olduğunu öğretseydi, bizim için battaniyenin adı çerçeve olurdu!! O yüzden bu dünyada çocuklar babaları ne öğretirse, neyin ne olduğunu söylerse onlar için gerçek o.

Ne yazık ki diğer konularda da bu geçerli, yani söylemesi bile bize iğrenç gelecek olan kardeşler arasındaki cinsel ilişki durumu, bu dünyada çok normal. Bu durum kimse de bir travma yaratmıyor. Bunlar da en başta aile de öğrenilecek kavramlar olduğundan, anne tarafından erkek kardeşe sunulan kız kardeş, ne anne, ne baba ( ki bu babanın fikri) ne de kız için sorun teşkil etmiyor. Kavramlar, toplumsal kurallar, cinsellik, kelimeler, uçaklar, hayvanlar herşey farklı bir anlamda.



Ta ki dışarıdan gelen çok küçük bir müdahaleye kadar. Dengeler bir anda alt üst olmaya başlıyor. Değişimin sinema ile başlaması ise bence etkileyici idi. Peki ya çıkış? Şu, şu, şu sebepler yerine gelse bile, nereye ve nasıl gidilebilir?! Neden köpek dişi?

Zorlayıcı bir film, eğer çıplaklık sizi rahatsız edecek ise, o konuda da uyarmalıyım. Film "bizim dünyamıza" göre oldukça mantıksız olsa da, kendi için de mantıksız bir durumu yok. Yani tüm boşluklar doldurulmuş.



Son sahne içinde sizi uyarmalıyım, baktığım için pişmanım.  Bazı filmler size "neden" sorusunun cevabını vermez, bu da böyle bir film. Bir son bekliyorsanız ondan da şüpheliyim.

Daha da yazarım aslında film ile ilgili, aklımda kalan çok fazla sahne var ama izlemeyenlere haksızlık yapmak istemiyorum.

Bu film çaba göstererek izlenecek bir film. Bazı filmler vardır, bir daha izlerim dersiniz, bu film o filmlerden değil belki ama bir kez izleyin.. Farklı, rahatsız edici, cesur bir film. Oyunculuklar da mükemmeldi..



2009 Cannes Film Festival’inde "Belirli Bir Bakış" Ödülü var filmin.

IMDB Puanı: 7.2

16 Kasım 2012 Cuma

Das Weisse Band / The White Ribbon

Das Weisse Band / The White Ribbon / Beyaz Bant

Yönetmen: Michael Haneke
Tür: Dram, Gizem
Yapım: 2009 - Almanya


Bu filmi tek bir cümle ile anlatmam gerekseydi, film de beni en çok etkileyen aşağıdaki replik ile anlatırdım..
"Beni öldürmesi için tanrıya bir şans verdim, ama o beni öldürmedi, demek ki hala beni seviyor, eğer öyle olmasaydı beni cezalandırırdı"

 

1910 lu yıllarda Almanya'nın kuzeyinde bir köyde, öğretmenin anlatımı ile Birinci Dünya Savaşın hemen öncesinde yaşanan tuhaf olayları izliyoruz film de. Aslında film de baş rölde çocuklar var, çocuklarla birlikte farklı sosyal sınıflardaki ailelerini de derinlemesine görüyoruz. Doktor ve çocukları, Baron ve çocukları, Papaz ve çocukları, Kahya ve çocukları..

Film Doktor'un geçirdiği bir kaza ile başlıyor. Bu kazadan sonra köyde tuhaf kazalar yaşanmaya devam ediyor...


Filme adını da veren Beyaz Bant masumiyet simgesi olarak kullanılıyor ama farklı bir şekilde. Yani masumiyetini kaybetmiş olduğu düşünülen çocuklar takıyor beyaz bant'ı, masumiyetlerini geri kazandıklarını ailelerine ispat edene kadar.



Başrolde cezalar var aslında film de. Cezaların kaynağı babalar. Evde ki hakimiyet tam olarak babalarda, çocuklarına her türlü cezayı vermeyi, şiddeti hatta ensetti bile yaşatan babalar, kadınlara karşı da fazlasıyla acımasız, duygusuz, "keşke ölsen" " senden iğreniyorum" cümlelerini kurabilecek kadar da duyarsız. Film de anlatıcımız Öğretmen ve sevgilisi haricinde tek bir sevgi kırıntısı göremedim. Alman disiplini mi dersiniz, ciddiyeti mi dersiniz, samimiyetsizliğimi dersiniz bilemeyeceğim ama filmin her karesinde ben duygusuzluğu, sevgisizliği, tutuculuğu hissettim. Kızının evlenmesi konusunda bile " sofradan bir tabak eksilecek", "bakacak boğaz gider" bakış açısındaki bir babadan ne bekleriz?


Siyah beyaz çekilen film tam anlamıyla; boğucu, iç karartıcı, insanı huzursuz eden ama derinden etkileyen bir şekilde ilerledi. (Siyah beyaz çekilmesi bence çok yerinde olmuş) Gerçekleri tokat gibi suratımıza vurmaktaki başarısını es geçemeyeceğim. Kötülüğün kaynağı sizin için nedir? Toplum? Aile? Bir çok olgunun aile de başlayıp, topluma yayıldığının güzel bir örneği bence bu film. Cezalandırılan çocuklar, kendi içlerinde de hataları cezalandırma yoluna giderlerse onları kim, ne için suçlayabilir? Masumiyet nedir? Küçücük suçlar için ciddi cezalar verilirken, ciddi sorunları hasır altı eden zihniyet ne yapmak ister? Ucunun aileye dokunacağı durumlarda sessizlik nedendir?


Filmi çok çarpıcı yapan etkenlerin başında ise, ufak detaylar yatıyor bence. Cezasını çekmek üzere dayak yemeye giden bir çocuğun, dayak yiyeceği sopayı getirmesinden daha iç karartıcı ve katlanılamaz bir durum yok ve o kapalı kapılar... Arkasında ne olduğunu görmemize bile gerek olmadan, sessizliği ile yüzümüze çarpan kapılar!!


Evet izlerken dağıldım, boğuldum, fenalıklar geçirdim ama üzerinde bir kaç gün düşündüm izledikten sonra, aklımda yer eden bir film oldu. İzlediğim için memnunum.

IMDB Puanı: 7.8

10 Kasım 2012 Cumartesi

Moonrise Kingdom

Moonrise Kingdom

Yönetmen: Wes Anderson
2012 - ABD
Komedi, Dram, Romantik




Wes Anderson ile tanışmam Royal Tenenbaums filmi oldu. İyi ki tanışmışım dedim filmden sonra ve Moonrise Kingdom filmini ise heyecanla izledim. Film 1960'lı yılların İngilteresinde küçük bir kasaba da geçiyor. Filmin en özet anlatımı; 2 küçük çocuğun aşkları için herkesten habersiz buluşup, kaçması, sonrasında ise tüm kasabanın onların peşine düşmesi..

Sam (Jared Gilman) katılmış olduğu İzci kampından kaçmıştır. Sam'in kaçısından sonra Suzy'de (Kara Hayward) ortadan kaybolmuştur. İzci başı Ward (Edward Norton), Polis Memuru Sharp (Bruce Willis), Suzy'nin ailesi Walt Bishop (Bill Murray), Laura Bishop (Frances McDormand), Sosyal Hizmetler Görevlisi (Tilda Swinton) ve tüm izci kampının dahil olduğu bir grup tarafından aranmaya başlarlar. Kaçış hikayesi de böylelikle başlar.

 
Suzy ailesinin "sorunlu" olarak nitelendirdiği bir çocuktur, keza Sam'de öyledir. Bu iki çocuk bir şekilde buluşmuş, aşık olmuş ve kaçmaya karar vermiştir.



Filmin en başından itibaren farkedeceğiniz üzere Suzy'nin ailesi ile yaşadığı ev tam olarak bir masal evi gibi. Renkler, eşyalar, kıyafetler herşey oyuncak havasında ve izlemeye doyamıyorsunuz. İzlemeye doyulmayacak bir başka şey ise filmin çekildiği yer. Ada'ya aşık olmamak ve orada yaşamak istiyorum dememek elde değil. Herşey özenle düşünülmüş ve yerleştirilmiş filme.

Sam ve Suzy'nin ilk buluştuklarında Sam'in elindeki çiçeklerle Suzy'i karşılaması, Suzy için küpe yapıp, Suzy'nin delik olmayan kulaklarını olta iğnesi ile küpeleri takabilmek için delmesi gibi ayrıntılar bana "gerçek ve saf aşk" hissini yaşattı izlerken.



Çocukların büyümüş, büyüklerin çocuklamış olduğu, sorunlu denilen çocuklardansa asıl sorunluların büyükler olduğu bir film benim için.

Herşey masalsı bir şekilde, yer yer komik, yer yer duygusal ama hep keyifle izlenecek şekilde ilerledi.



Başroldeki iki çocuk oyuncu zaten filmde parlamışlar. Bunun yanında genelde çok iyi oyuncuların toplandığı filmlerden korkan biri olarak bu filmde herkes sadece rolü ile vardı ve keyifle izletti. Edward Norton ve Bruce Willis sizi şaşırtacak, onları hep aksiyonlardan hatırlarız oysa. Tilda Swinton zaten hayranı olduğum bir oyuncu, yine hayran olarak izledim.

Seyri çok keyifli, bir daha izlerim dediğim bir film oldu Moonrise Kingdom. Tavsiye ederim. İzlemeyenler için çok detaya girmeden, en özet hali ile anlatmaya çalıştım filmi.

Filmi izlerken bir çok sahnede, bildiğimiz, sevdiğimiz bazı filmlere göndermeler de var..

IMDB Puanı: 8.0

30 Ekim 2012 Salı

The Bourne Legacy

The Bourne Legacy

Yönetmen: Tony Gilroy
Aksiyon, Gerilim
2012 - ABD



Siz de benim gibi Bourne serisini sevenlerdenseniz, büyük ihtimalle bu filmi heyecanla beklemiş ama içten içe kesin batırmışlardır demişsinizdir... Heyecanla bekledim evet ama izlemek için de acele etmedim. Daha izlemeden bile, gerçekten Bourne'nin mirasından faydalanmak için filmi çekiyorlar diye düşünmüştüm.

Serinin diğer filmleri gerçekten iyiydi; 
The Bourne Identity - 2002
The Bourne Supremacy - 2004
The Bourne Ultimatum - 2007

Özetlersek Ajan Aaron Cross (Jeremy Renner) bir ölüm kalım savaşının içerisine girer. Temizlik başlamıştır ve temizlik baya geniş çaptadır. Aaron'un ise ilaçlara ihtiyacı vardır. İlaçlara ulaşmak için tek umudu Dr. Marta Shearing'tir ( Rachel Weisz) fakat Marta'da temizlik listesinin başındadır.

Sonra koşuşturma başlar vs vs vs..


Filmi izlemeyenler ve izlemek isteyenler bundan sonrasını okumasınlar lütfen!!

Sen o kadar besle büyüt sonra bir anda hepsini yok et!! Zaten kimin kimden gizli iş yaptığı belli değil. Neyse film bunun üzerine kurulduğu için hadi kabul edelim. Miras ne ya? Jason kaçmıştı, bu da ona benzedi, isyan etti benzetmesi mi?? Neyse onu da geçeyim, Bourne ismi olmazsa nasıl bu kadar sükse yapacak film!

Adamın zekası yetmiyormuş bile programa girmeye!! Adam bulamadılar diye almışlar. Çok hayal kırıklığına uğradım. Ben bu adamlar, özel, seçilmiş, çok zeki, cesur vs vs sanıyordum. Sen kahramını en başta yerden yere vur. Oldu mu şimdi?

Bir de sanırım izlediğim en uzun "motorsiklet tepesinde kovalama sahnesi" bu film de idi. Bitmedi, bitemedi. En heyecanlı sahnesi sanırım oydu ama o da artık biri ölsün yeter dedirtti. Bir de o düşmeye, o sürtünmeye senin üstündeki pantolonun ipliği kalmaz, bacağın durumunu söylemiyorum bile!! Abla sanki ayağı kaymış düşmüş gibi, totosunu tuttu sadece..



Bir de sanırım bu film de burada bitmedi, yeni bir aşk başlamış olması da muhtemel ama devamı gelir benden söylemesi..

Bourne serisine saygımdan öneremeyeceğim..

IMDB Puanı: 6.9

Medyum - Red Lights

Medyum - Red Lights

Yönetmen: Rodrigo Cortés
Dram, Gizem, Gerilim
Yapım: 2012 - İspanya, ABD



Margaret Matheson (Sigourney Weaver) ve asistanı Tom Buckley (Cillian Murphy) psişik olayların kandırmaca üzerine kurulu olduklarını kanıtlamak üzere çalışmalar yapmaktadırlar.  Hastaları iyileştireceğini söyleyen kendi dinini yaratmış insanlar, evde kötü ruhlar olduğunu ve onları kovabileceğini söyleyen sözde medyumların sahtekarlıklarını ortaya çıkartmaktadırlar. Margaret verdiği derslerde de sözde doğa üstü olayların iç yüzlerini ve masa kaldırmalar, ruhlarla konuşmaların mantıklı açıklamalarını anlatır.



Efsanevi medyum Simon Silver (Robert De Niro) ortadan kaybolduktan 30 sene sonra aniden geri dönüş yapar. Silver açıklanamayan olayları ile Bilim dünyasında da oldukça ünlüdür. Daha önce araştırılmış fakat gerçekleştirdiği şeylere mantıklı bir açıklama getirilememiştir. Margaret yapılan araştırmanın güvenilirliği ve doğruluğundan süphelidir. Tom Silver'in geri dönüşü ile yeniden araştırma yapılmasını ister ve Silver'in peşine düşer. Margaret buna kesinlikle karşıdır ve Silver'dan uzak durulması gerektiğini düşünmektedir.


Filmin bundan sonrası ise Tom'un Silver'in peşine düştükten sonra yaşadıklarını konu alıyor. İlk yarı çok heyecanlı, diğer yarı "ne olacak" "nereye doğru gidiyoruz" soruları ile devam ediyor.


İzlememiş olanların keyfini kaçırmak istemediğimden fazla detaya girmeyeceğim. Beni tatmin etmediği, havada bıraktığı noktalar var. Karşımı çıkıyoruz yoksa kabul mu ediyoruz? Film kendi içinde buna karar verememiş sanki. Karşı olduğu durumları mantıklı şekilde açıklamışken, diğer konuda havada bıraktı biraz. Çok çok iyi başladı, sonlara doğru ne oluyor dedirtti, fakat sonu gerçekten sürpizli oldu!!

Film Sigourney Weaver'ın da katkısı ile seyrine doyulmaz şekilde geçti, ona hayran olmamak elde değil. Robert De Niro ise beklenenin / beklediğimin aksine daha az vardı film de, baş karakterlerden biri olmasına rağmen. Onu daha fazla izlemek isterdim. Cillian Murphy ise gerçekten iyiydi. Joely Richardson Silver'in menajeri Monica olarak, Elizabeth Olsen ise öğrenci/sevgili Sally olarak yer almış filmde.

Bu tarz filmler benim de her zaman ilgimi çekiyor. Gerçekten böyle olaylar var mıdır? Yoksa kandırılıyor muyuz? Varsa açıklaması var mıdır? Filmin ilk yarısında hastaları iyileştirdiğini iddia eden kişi ise beni hayrete düşürdü, çünkü ne yazık ki gerçek hayatta da böyle şeyler, bunlara inananlar var.

Ben keyifle izledim. Heyecan, gizem, gerilim azalmadı ve merakımı hep uyanık tuttu. Çok mükemmel olmayabilir belki, kendi içinde de kafa karışıklığı yaşadığı noktalar var filmin ama asla izlenmez diyemem. Eğer bu tarz filmlere ilgi duyuyor iseniz, keyif alarak izlenebilir. İlginiz yoksa bile güzel bir filmdi.


IMDB Puanı: 6.2

29 Ekim 2012 Pazartesi

Boys Don't Cry

Boys Don't Cry

Yönetmen: Kimberly Peirce
Dram - 1999 - ABD


Kadın bedeninin içinde kendisini erkek gibi hisseden, kadınlara aşık olan, erkek gibi davranan, giyinen, kendisini erkek olarak tanıtan Teena Brandon'ın hayatını konu alan film, gerçek bir olayı konu aldığı için ve konunun hassaslığı da göz önüne alınırsa gerçekten hem ilgi çekici hemde iyi bir film. Brandon kadın bedeninde bir erkektir.



Brandon (Hilary Swank) ailesi ile yaşadığı sorunlar neticesinde kuzeninin yanında kalmaktadır. Başı pek dertten kurtulmaz. İşlediği küçük suçlar sonucunda ceza almıştır ve aşık olduğu - kendine aşık ettiği sevgililerinin de aileleri ile başı beladadır.

Yer değiştiren, kadın olduğu öğrenildiğin de kaçan Brandon The Falls City'de bir barda, bir kavga sırasında Candace (Alicia Goranson), Tom (Brendan Sexton III) ve John (Peter Sarsgaard) ile tanışır. Geceyi onlarla birlikte geçirir. Daha sonra aynı gruptan Lana (Chloë Sevigny) ile taşınınca, Lana'ya aşık olur, geri dönmez ve onlarla birlikte kalmaya başlar. Grup içerisinde de tuhaf bir ilişki olduğunu kabul etmek lazım. John'un Lana'ya tutku ile bağlı olduğu ortada.



Lana ve Brandan arasında yaşananlar "gerçek aşk" diyebileceğimiz türden. Lana için cinsel kimlik karışıklığının bir önemi yok. O Brandan'ı olduğu gibi seviyor. Fakat diğerleri için bu geçerli değil. Brandan'ın gerçek kimliği ortaya çıktığında ise işler çığrından çıkıyor. Brandan çok ciddi sorunlar ile karşılaşıyor. Aşağılanıyor, dayak yiyor, hatta tecavüze uğruyor.



Gerçek bir hikaye olması zaten fazlası ile yaralayıcı. Kendini bulmak, bir şekilde kabul görmek ve sevmek - sevilmek arzusundaki, deyim yerindeyse aslında kimseye bir zararı olmayan bir insanın acı sonu diyebiliriz.


Film de beni özelikle etkileyen nokta ise; (en basit şekli ile anlatmaya çalışacağım)
Fizyolojik anlamda "erkek" olanların, kendilerinden güçsüz, karşı koyamayacak, tek başına birine (ve arkadaşlarına karşı bile - Candance) göstermiş oldukları şiddet, neticesinde tecavüz ve adam öldürme.. Çünkü güçlüler, çünkü buna hakları var, çünkü onaylamıyorlar, çünkü yapabilecek güçleri var!!
Sadece "erkek" olarak hisseden ve aslında genel olarak "erkek" gibi davranan, kafada erkek, fizyolojik olarak kadın olan Brandan'ın ise her zaman yapıcı olması, Lana'yı yada Candance'yi korumak için kendini öne atmaya çalışması, hayatını kurtarmak pahasına bile olsa kaçmaması..

Erkeklik nedir? Hani kitabı yazılıyordu bir ara?

Sanırım bu konu ile ilgili bir de belgesel çekilmiş. Hilary Swank film de kusursuzdu desem yeridir. Dayak ve tecavüz sahnelerine katlanılması gerçekten zor. Özellikle tecavüz sahnesinden sonra gelen diyalog ise yuhh dedirtecek cinsten..

IMDB Puanı: 7.5

15 Ekim 2012 Pazartesi

J'ai tué ma mère - I Killed My Mother

J'ai tué ma mère - I Killed My Mother - Annemi Öldürdüm

Yönetmen: Xavier Dolan
Biyografi, Dram
2009



Xavier Dolan'ın hem yönetip, hem senaryosunu yazdığı hemde başrolde oynadığı biyografik bir film. Cannes Film Festivalinde de baya ses getirmiş. Ben izlemekte baya gecikmişim.

Film ile ilgili bilgiler içerir.

Filmin baş karakteri Hubert (Xavier Dolan) lise öğrencisi, eşcinsel ve annesi (Anne Dorval) ile ciddi sorunları var. Filmin daha en başında, kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin. Çünkü hepimiz ergenlik çağlarında anne yada babamızla, toplumla, okul arkadaşlarımızla benlik kavgalarına girdik. Özellikle bu dönemde annemiz, en çok yaraladığımız, en çok düşman olduğumuz insan oldu belki de.
Annemiz asla bizi anlamıyordu, onu çok seviyorduk çünkü annemizdi ama bazen nefret ediyorduk.



Film de ergenlik dönemimdeki çocuk ve anne kavgasının daha derininde bir şeyler saklı bence. Anneye kızacağınız çok durum olacaktır film içinde ama anneyi de kendi içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Hatta yatılı okul müdürü ile yaptığı telefon konuşması bence anneyi anlamamıza yardımcı olacak nitelikte. Bazen anneler de baş edemeyebilir.



Çocuk sorumluluğuna girmek istemediği için giden bir baba, herşeye tek başına yetişmek zorunda kalan bir anne ve yaşıtlarına nazaran dünyayı algılama şekli daha derin olan bir çocuk. Annesine karşı ise tüm kızgınlığını bazen çok yaralayacı şekilde yansıtan ama annesinin de aynı şekilde karşılık verdiği Hubert, okulda bir proje de ondan bahsetmemek için öldüğü yalanını bile uydurabiliyor.

Hubert sevgilisi Antonin (François Arnaud) ve annesinin ilişkisini ise hayranlıkla izliyor. Onların ilişkisini gördükçe, kendi annesi ile olan ilişkisinden gittikçe uzaklaşıp, daha fazla sorun yaşıyor.

Eşcinselliğin film de sorun gibi yansıtılığını düşünürseniz yanılırsınız, çocuğuna kesinlikle bunun kendisi için sorun olduğunu yansıtmıyor, sadece başkasından duymak onu yaralıyor.
Film de geçen sevişme sahnesi ise kesinlikle bence çok estetik ve tamamen duygu dolu idi. İki erkeğin sevişmesini izlemek çoğu insana rahatsız edici gelebilir fakat bu film de bence öyle değil.



Hubert sadece anlayabilmek istiyor, biraz takdir edilmek ve anlaşılmak. Neden değiştiğini anlamak? Anneliği, birinin çocuğu olmayı, aile olmayı anlamak. Yanlış bir anneye verildiğini bile düşünüyor, annesi ile hiçbir ortak noktası olmamasını hayretle karşılıyor.

Film de beni etkileyen ama bolca da düşündüren diyalog ise, annesi ile yatılı okula gitmek için ayrıldıkları şiddetli bir kavga sonrasında; "Bugün ölsem ne yaparsın anne?" diyen Hubert'e annenin "Yarın ölürüm" cevabıdır. Burada işte bir anne, tabiki bu şekilde cevap verecek diye düşünmedim. Tersine annenin de ciddi sorunları olduğu izlenimim kesinleşti. Ölme, sorunu çöz, anla.. Çocuğunun bu kadar nefretle dolmasının sebebini bul, onu uzaklaştırmak yerine. Anne biraz dengesiz. Hubert'in gözünde de anne sanki anne olması beklendiği için anne olmuş gibi. Evlenirsin, çocuğun olur vs vs vs... Hubert'in öğretmenin dediği gibi "Belki de annenin bir oğlu olmamalı"

Filmin sonunda yine dönüp dolaşıp annesi ile buluştu. Aslında buluştuğu annesi değil de, özlediği çocukluğu idi bana göre. Annesi ile mutlu olduğu yerlerde buluşmak istedi. Geri dönme isteğini gösterdi.

Aslında sorun belki de hepimiz hayatı boyunca yaşadığı gibi, temelde iletişimsizlik. Bazen en yakın olmamız gereken insanlar bize en uzak insanlar olabiliyor. Hayat böyle oluyor işte..

Ben bu filmi kesinlikle sevdim. İzlemenizi tavsiye ederim. Herkesin kendinden birşeyler bulabileceği duygular vardır bu film de.

IMDB Puanı : 7.2


10 Ekim 2012 Çarşamba

The Life of David Gale

The Life of David Gale

Yönetmen: Alan Parker
Dram, Suç, Gerilim
2003


Felsefe Profesörü olan David Gale (Kevin Spacey) aynı zamanda idam karşıtı olan önemli bir isimdir. Constance Harraway (Laura Linney) ile idam karşıttı bir gruba üyedir ve idam cezasının kaldırılmasını ve masum insanların da idam edildiğini savunmaktadır. Evli ve bir çocuk babası olan David başına gelen talihsiz bir olay sonucu önce üniversitedeki işini, sonra eşini ve oğlunu kaybeder. Zaten hayatındaki en önemli şeyleri kaybettiği bir süreçte tecavüz ve cinayet suçlamaları hapse atılır ve idama mahkum edilir. Bütün hayatı boyunca karşısında durduğu ceza için şimdi sırasını beklemektedir.

Hapisteki son günlerinde, bütün hayat hikayesini anlatmak için Bitsey Bloom (Kate Winslet) adındaki gazeteciyi ister. Bitsey ile 3 gün boyunca sadece 2şer saat sürecek bir röportaj yapar. 4. gün idamın gerçekleşeceği gündür. Bitsey Bloom ise çocuk pornosu konusunda yaptığı haberler ile adını duyurmuş, haberlerden ziyade tanığının adını vermediği için aldığı hapis cezası ile dikkati çekmiş bir gazetecidir.



Film bu röportaj sırasında David Gale'in Bitsey'e tüm yaşadıklarını anlatmasını içeriyor. Geri dönüşlerle tüm hayatını izliyoruz David Gale'in. David'in Bitsey ile ilk karşılaştığı zaman sarf ettiği şu cümle belki de hepimizin hapiste olan kişilere olan bakış açısını da özetler nitelikte ;
"Camın o tarafından buraya bakanlar bir "kişi" değil, bir "suç" görürler. Ben David Gale değilim, idamına dört gün kalmış bir katilim ve bir tecavüzcüyüm. Burdasın çünkü hayatımı nasıl yaşadığım ve verdiğim kararlarla olduğu kadar hayatımın nasıl sona erdiğiyle de hatırlanmak istiyorum."


Film konusu, diyalogları, sahneleri ve oyunculukları açısından gerçekten izlenesi.

David Gale'in, başka insanların hayatına değer vererek, kendi hayatımızında değerli olabileceği, hayatımızın bir anlamın olabileceği ile ilgili yaptığı konuşma özellikle dikkate değer.
 
"Fanteziler gerçekdışı olmak zorundalar. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değildir, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler. Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz." derken Pascal'in anlatmak istediği de buydu. Bu nedenle "avlanmak, öldürmekten daha zevklidir." deriz ya da "ne dilediğine dikkat et." Ona sahip olacağın için değil.Çünkü ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için. lacan'ın verdiği ders şu: istekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir."


FİLMİ İZLEMEMİŞ KİŞİLERİN YAZININ BUNDAN SONRASINI
OKUMAMALARINI RİCA EDİYORUM. FİLMİN SONU İLE İLGİLİ FİKİR UYANDIRABİLECEK ANLATIMLAR MEVCUTTUR.
 
 
Diğer insanların yaşamına değer vermek hem David hem de Constance için öncelik. Hem de kendi hayatlarından bile önemli, çünkü onlar yaşamlarının bir anlamı olmasını isteyen insanlar. Film de eğer hem David hem de Constance hayatlarının "en iyi" döneminde olup böyle bir son'a gitselerdi, filmin benim için pek inandırıcılığı olmayabilirdi. Ama ikisi de hayattayken üzerlerine düşen herşeyi yapmaya çalışmış, sonunda bir şekilde sona yaklaşmış insanlar. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamak deyimi durumlarını açıklayabilir. Hayatlarının "anlamlı" bir sonu olmasını istiyorlar ve o sona doğru yaklaşıyorlar.

İdam karşıtı olma durumuna gelirsek, evet eğer "yanlışlıkla masum insanların idam edilmesi" gibi bir olasılık var ise, bu ceza olmamalıdır!! Küçük bir olasılık bile bu cezanın uygulanmaması için yeterlidir. Bir insanı öldürmüş biri ölümü hakeder derseniz ben de size, bir insan öldürebilmiş bir insanı öldürünce bizim ondan ne farkımız kalır derim..

Sonu çok şaşırtır gibi yorumlar okuyabilirsiniz film ile ilgili, mevzu sonunun şaşırtması değildir, mevzu o son'un ne anlattığıdır. Sonunda çok şaşıracağım beklentisi ile izlenirse çok şey kaçırılarak heba olabilecek bir filmdir.

David için ise sona yaklaşmışken önemli olan ölmek değil, idamdan kurtulmak hiç değil. Oğluna yaptıklarını ve hayatına düzgün bir şekilde aktarabilmek, yaşamıyla yapamadıklarını belki de ölümü ile yapabilmek. David Gale'in son yemeğine ise özellikle dikkat derim, film de beni çok etkileyen detaylardan biri idi.

Yönetmen için ise Midnight Express'i çekti bu adam gibi bir önyargıya girmemenizi özellikle tavsiye ederim!!

IMDB Puanı: 7.4

5 Ekim 2012 Cuma

Eva

Yönetmen: Kike Maíllo
Dram, Fantastik, Bilim Kurgu
2011 - İspanya

 

Alex (Daniel Brühl) 10 yıl önce herşeyi bırakıp gittiği okuluna tekrar geri döner ve yarım bıraktığı çocuk robot işini bitirmek üzere çalışmaya başlar. Çocuk robot için duygusal zeka arayışında iken Eva (Claudia Vega) ile karşılaşır. Sonrasında Eva'nın eski aşkı (unutmadığı aşkı demek daha doğru olur) Lana (Marta Etura) ve kardeşi David'in (Alberto Ammann) kızları olduğunu öğrenir. Alex işini ve Lanayı bıraktıktan sonra, Lana Alex'in kardeşi ile evlenmiştir.



Alex ve Eva arasında özel bir bağ oluşur ve çok iyi anlaşırlar. Alex çocuk robot için aradığı "özel çocuk" profili için Eva'nın çok uygun olduğunu düşünmektedir. Eva farklı bir çocuk.



Film boyunca Alex'in neden gittiğini pek anlayamadığımızı söylemeliyim. Eva film olarak bilim kurgu öğelerini tabi ki taşırken, içerdiği duygusallık ve dram yüzünden bildiğimiz bilim kurgu filmlerinden daha farklı bir yerde bence.

Filmin geçtiği yıl 2041. Uçan arabalardan ziyade dünya'yı bildiğimiz gibi bulduğuma sevindim :) Görseller beni etkiledi. Özellikle duygusal zekanın yaratılış kısmı. Filmi biraz yavaş ilerliyor bulabilirsiniz, bir yerden sonra ne olacak duygusu da sarıyor.

Ve filmin kilit cümlesi ; "Gözlerini kapattığında ne görüyorsun?"

Birşeyleri yaratma tutkumuz ortada..Robotların bizim için anlamı ne? İnsanoğlunun kontrol edebilme tutkusunun bir ürünü mü? Peki onlara yüklediğimiz anlamlar?

Ben filmi sevmedim diyemeyeceğim ama arada kaldığımı da belirtmem gerekiyor. Standart bir bilim kurgu olmaması bence iyiye işaret.. Farklı şeyler izlemek keyifli.

IMDB Puanı: 6.5