30 Ekim 2012 Salı

The Bourne Legacy

The Bourne Legacy

Yönetmen: Tony Gilroy
Aksiyon, Gerilim
2012 - ABD



Siz de benim gibi Bourne serisini sevenlerdenseniz, büyük ihtimalle bu filmi heyecanla beklemiş ama içten içe kesin batırmışlardır demişsinizdir... Heyecanla bekledim evet ama izlemek için de acele etmedim. Daha izlemeden bile, gerçekten Bourne'nin mirasından faydalanmak için filmi çekiyorlar diye düşünmüştüm.

Serinin diğer filmleri gerçekten iyiydi; 
The Bourne Identity - 2002
The Bourne Supremacy - 2004
The Bourne Ultimatum - 2007

Özetlersek Ajan Aaron Cross (Jeremy Renner) bir ölüm kalım savaşının içerisine girer. Temizlik başlamıştır ve temizlik baya geniş çaptadır. Aaron'un ise ilaçlara ihtiyacı vardır. İlaçlara ulaşmak için tek umudu Dr. Marta Shearing'tir ( Rachel Weisz) fakat Marta'da temizlik listesinin başındadır.

Sonra koşuşturma başlar vs vs vs..


Filmi izlemeyenler ve izlemek isteyenler bundan sonrasını okumasınlar lütfen!!

Sen o kadar besle büyüt sonra bir anda hepsini yok et!! Zaten kimin kimden gizli iş yaptığı belli değil. Neyse film bunun üzerine kurulduğu için hadi kabul edelim. Miras ne ya? Jason kaçmıştı, bu da ona benzedi, isyan etti benzetmesi mi?? Neyse onu da geçeyim, Bourne ismi olmazsa nasıl bu kadar sükse yapacak film!

Adamın zekası yetmiyormuş bile programa girmeye!! Adam bulamadılar diye almışlar. Çok hayal kırıklığına uğradım. Ben bu adamlar, özel, seçilmiş, çok zeki, cesur vs vs sanıyordum. Sen kahramını en başta yerden yere vur. Oldu mu şimdi?

Bir de sanırım izlediğim en uzun "motorsiklet tepesinde kovalama sahnesi" bu film de idi. Bitmedi, bitemedi. En heyecanlı sahnesi sanırım oydu ama o da artık biri ölsün yeter dedirtti. Bir de o düşmeye, o sürtünmeye senin üstündeki pantolonun ipliği kalmaz, bacağın durumunu söylemiyorum bile!! Abla sanki ayağı kaymış düşmüş gibi, totosunu tuttu sadece..



Bir de sanırım bu film de burada bitmedi, yeni bir aşk başlamış olması da muhtemel ama devamı gelir benden söylemesi..

Bourne serisine saygımdan öneremeyeceğim..

IMDB Puanı: 6.9

Medyum - Red Lights

Medyum - Red Lights

Yönetmen: Rodrigo Cortés
Dram, Gizem, Gerilim
Yapım: 2012 - İspanya, ABD



Margaret Matheson (Sigourney Weaver) ve asistanı Tom Buckley (Cillian Murphy) psişik olayların kandırmaca üzerine kurulu olduklarını kanıtlamak üzere çalışmalar yapmaktadırlar.  Hastaları iyileştireceğini söyleyen kendi dinini yaratmış insanlar, evde kötü ruhlar olduğunu ve onları kovabileceğini söyleyen sözde medyumların sahtekarlıklarını ortaya çıkartmaktadırlar. Margaret verdiği derslerde de sözde doğa üstü olayların iç yüzlerini ve masa kaldırmalar, ruhlarla konuşmaların mantıklı açıklamalarını anlatır.



Efsanevi medyum Simon Silver (Robert De Niro) ortadan kaybolduktan 30 sene sonra aniden geri dönüş yapar. Silver açıklanamayan olayları ile Bilim dünyasında da oldukça ünlüdür. Daha önce araştırılmış fakat gerçekleştirdiği şeylere mantıklı bir açıklama getirilememiştir. Margaret yapılan araştırmanın güvenilirliği ve doğruluğundan süphelidir. Tom Silver'in geri dönüşü ile yeniden araştırma yapılmasını ister ve Silver'in peşine düşer. Margaret buna kesinlikle karşıdır ve Silver'dan uzak durulması gerektiğini düşünmektedir.


Filmin bundan sonrası ise Tom'un Silver'in peşine düştükten sonra yaşadıklarını konu alıyor. İlk yarı çok heyecanlı, diğer yarı "ne olacak" "nereye doğru gidiyoruz" soruları ile devam ediyor.


İzlememiş olanların keyfini kaçırmak istemediğimden fazla detaya girmeyeceğim. Beni tatmin etmediği, havada bıraktığı noktalar var. Karşımı çıkıyoruz yoksa kabul mu ediyoruz? Film kendi içinde buna karar verememiş sanki. Karşı olduğu durumları mantıklı şekilde açıklamışken, diğer konuda havada bıraktı biraz. Çok çok iyi başladı, sonlara doğru ne oluyor dedirtti, fakat sonu gerçekten sürpizli oldu!!

Film Sigourney Weaver'ın da katkısı ile seyrine doyulmaz şekilde geçti, ona hayran olmamak elde değil. Robert De Niro ise beklenenin / beklediğimin aksine daha az vardı film de, baş karakterlerden biri olmasına rağmen. Onu daha fazla izlemek isterdim. Cillian Murphy ise gerçekten iyiydi. Joely Richardson Silver'in menajeri Monica olarak, Elizabeth Olsen ise öğrenci/sevgili Sally olarak yer almış filmde.

Bu tarz filmler benim de her zaman ilgimi çekiyor. Gerçekten böyle olaylar var mıdır? Yoksa kandırılıyor muyuz? Varsa açıklaması var mıdır? Filmin ilk yarısında hastaları iyileştirdiğini iddia eden kişi ise beni hayrete düşürdü, çünkü ne yazık ki gerçek hayatta da böyle şeyler, bunlara inananlar var.

Ben keyifle izledim. Heyecan, gizem, gerilim azalmadı ve merakımı hep uyanık tuttu. Çok mükemmel olmayabilir belki, kendi içinde de kafa karışıklığı yaşadığı noktalar var filmin ama asla izlenmez diyemem. Eğer bu tarz filmlere ilgi duyuyor iseniz, keyif alarak izlenebilir. İlginiz yoksa bile güzel bir filmdi.


IMDB Puanı: 6.2

29 Ekim 2012 Pazartesi

Boys Don't Cry

Boys Don't Cry

Yönetmen: Kimberly Peirce
Dram - 1999 - ABD


Kadın bedeninin içinde kendisini erkek gibi hisseden, kadınlara aşık olan, erkek gibi davranan, giyinen, kendisini erkek olarak tanıtan Teena Brandon'ın hayatını konu alan film, gerçek bir olayı konu aldığı için ve konunun hassaslığı da göz önüne alınırsa gerçekten hem ilgi çekici hemde iyi bir film. Brandon kadın bedeninde bir erkektir.



Brandon (Hilary Swank) ailesi ile yaşadığı sorunlar neticesinde kuzeninin yanında kalmaktadır. Başı pek dertten kurtulmaz. İşlediği küçük suçlar sonucunda ceza almıştır ve aşık olduğu - kendine aşık ettiği sevgililerinin de aileleri ile başı beladadır.

Yer değiştiren, kadın olduğu öğrenildiğin de kaçan Brandon The Falls City'de bir barda, bir kavga sırasında Candace (Alicia Goranson), Tom (Brendan Sexton III) ve John (Peter Sarsgaard) ile tanışır. Geceyi onlarla birlikte geçirir. Daha sonra aynı gruptan Lana (Chloë Sevigny) ile taşınınca, Lana'ya aşık olur, geri dönmez ve onlarla birlikte kalmaya başlar. Grup içerisinde de tuhaf bir ilişki olduğunu kabul etmek lazım. John'un Lana'ya tutku ile bağlı olduğu ortada.



Lana ve Brandan arasında yaşananlar "gerçek aşk" diyebileceğimiz türden. Lana için cinsel kimlik karışıklığının bir önemi yok. O Brandan'ı olduğu gibi seviyor. Fakat diğerleri için bu geçerli değil. Brandan'ın gerçek kimliği ortaya çıktığında ise işler çığrından çıkıyor. Brandan çok ciddi sorunlar ile karşılaşıyor. Aşağılanıyor, dayak yiyor, hatta tecavüze uğruyor.



Gerçek bir hikaye olması zaten fazlası ile yaralayıcı. Kendini bulmak, bir şekilde kabul görmek ve sevmek - sevilmek arzusundaki, deyim yerindeyse aslında kimseye bir zararı olmayan bir insanın acı sonu diyebiliriz.


Film de beni özelikle etkileyen nokta ise; (en basit şekli ile anlatmaya çalışacağım)
Fizyolojik anlamda "erkek" olanların, kendilerinden güçsüz, karşı koyamayacak, tek başına birine (ve arkadaşlarına karşı bile - Candance) göstermiş oldukları şiddet, neticesinde tecavüz ve adam öldürme.. Çünkü güçlüler, çünkü buna hakları var, çünkü onaylamıyorlar, çünkü yapabilecek güçleri var!!
Sadece "erkek" olarak hisseden ve aslında genel olarak "erkek" gibi davranan, kafada erkek, fizyolojik olarak kadın olan Brandan'ın ise her zaman yapıcı olması, Lana'yı yada Candance'yi korumak için kendini öne atmaya çalışması, hayatını kurtarmak pahasına bile olsa kaçmaması..

Erkeklik nedir? Hani kitabı yazılıyordu bir ara?

Sanırım bu konu ile ilgili bir de belgesel çekilmiş. Hilary Swank film de kusursuzdu desem yeridir. Dayak ve tecavüz sahnelerine katlanılması gerçekten zor. Özellikle tecavüz sahnesinden sonra gelen diyalog ise yuhh dedirtecek cinsten..

IMDB Puanı: 7.5

15 Ekim 2012 Pazartesi

J'ai tué ma mère - I Killed My Mother

J'ai tué ma mère - I Killed My Mother - Annemi Öldürdüm

Yönetmen: Xavier Dolan
Biyografi, Dram
2009



Xavier Dolan'ın hem yönetip, hem senaryosunu yazdığı hemde başrolde oynadığı biyografik bir film. Cannes Film Festivalinde de baya ses getirmiş. Ben izlemekte baya gecikmişim.

Film ile ilgili bilgiler içerir.

Filmin baş karakteri Hubert (Xavier Dolan) lise öğrencisi, eşcinsel ve annesi (Anne Dorval) ile ciddi sorunları var. Filmin daha en başında, kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin. Çünkü hepimiz ergenlik çağlarında anne yada babamızla, toplumla, okul arkadaşlarımızla benlik kavgalarına girdik. Özellikle bu dönemde annemiz, en çok yaraladığımız, en çok düşman olduğumuz insan oldu belki de.
Annemiz asla bizi anlamıyordu, onu çok seviyorduk çünkü annemizdi ama bazen nefret ediyorduk.



Film de ergenlik dönemimdeki çocuk ve anne kavgasının daha derininde bir şeyler saklı bence. Anneye kızacağınız çok durum olacaktır film içinde ama anneyi de kendi içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Hatta yatılı okul müdürü ile yaptığı telefon konuşması bence anneyi anlamamıza yardımcı olacak nitelikte. Bazen anneler de baş edemeyebilir.



Çocuk sorumluluğuna girmek istemediği için giden bir baba, herşeye tek başına yetişmek zorunda kalan bir anne ve yaşıtlarına nazaran dünyayı algılama şekli daha derin olan bir çocuk. Annesine karşı ise tüm kızgınlığını bazen çok yaralayacı şekilde yansıtan ama annesinin de aynı şekilde karşılık verdiği Hubert, okulda bir proje de ondan bahsetmemek için öldüğü yalanını bile uydurabiliyor.

Hubert sevgilisi Antonin (François Arnaud) ve annesinin ilişkisini ise hayranlıkla izliyor. Onların ilişkisini gördükçe, kendi annesi ile olan ilişkisinden gittikçe uzaklaşıp, daha fazla sorun yaşıyor.

Eşcinselliğin film de sorun gibi yansıtılığını düşünürseniz yanılırsınız, çocuğuna kesinlikle bunun kendisi için sorun olduğunu yansıtmıyor, sadece başkasından duymak onu yaralıyor.
Film de geçen sevişme sahnesi ise kesinlikle bence çok estetik ve tamamen duygu dolu idi. İki erkeğin sevişmesini izlemek çoğu insana rahatsız edici gelebilir fakat bu film de bence öyle değil.



Hubert sadece anlayabilmek istiyor, biraz takdir edilmek ve anlaşılmak. Neden değiştiğini anlamak? Anneliği, birinin çocuğu olmayı, aile olmayı anlamak. Yanlış bir anneye verildiğini bile düşünüyor, annesi ile hiçbir ortak noktası olmamasını hayretle karşılıyor.

Film de beni etkileyen ama bolca da düşündüren diyalog ise, annesi ile yatılı okula gitmek için ayrıldıkları şiddetli bir kavga sonrasında; "Bugün ölsem ne yaparsın anne?" diyen Hubert'e annenin "Yarın ölürüm" cevabıdır. Burada işte bir anne, tabiki bu şekilde cevap verecek diye düşünmedim. Tersine annenin de ciddi sorunları olduğu izlenimim kesinleşti. Ölme, sorunu çöz, anla.. Çocuğunun bu kadar nefretle dolmasının sebebini bul, onu uzaklaştırmak yerine. Anne biraz dengesiz. Hubert'in gözünde de anne sanki anne olması beklendiği için anne olmuş gibi. Evlenirsin, çocuğun olur vs vs vs... Hubert'in öğretmenin dediği gibi "Belki de annenin bir oğlu olmamalı"

Filmin sonunda yine dönüp dolaşıp annesi ile buluştu. Aslında buluştuğu annesi değil de, özlediği çocukluğu idi bana göre. Annesi ile mutlu olduğu yerlerde buluşmak istedi. Geri dönme isteğini gösterdi.

Aslında sorun belki de hepimiz hayatı boyunca yaşadığı gibi, temelde iletişimsizlik. Bazen en yakın olmamız gereken insanlar bize en uzak insanlar olabiliyor. Hayat böyle oluyor işte..

Ben bu filmi kesinlikle sevdim. İzlemenizi tavsiye ederim. Herkesin kendinden birşeyler bulabileceği duygular vardır bu film de.

IMDB Puanı : 7.2


10 Ekim 2012 Çarşamba

The Life of David Gale

The Life of David Gale

Yönetmen: Alan Parker
Dram, Suç, Gerilim
2003


Felsefe Profesörü olan David Gale (Kevin Spacey) aynı zamanda idam karşıtı olan önemli bir isimdir. Constance Harraway (Laura Linney) ile idam karşıttı bir gruba üyedir ve idam cezasının kaldırılmasını ve masum insanların da idam edildiğini savunmaktadır. Evli ve bir çocuk babası olan David başına gelen talihsiz bir olay sonucu önce üniversitedeki işini, sonra eşini ve oğlunu kaybeder. Zaten hayatındaki en önemli şeyleri kaybettiği bir süreçte tecavüz ve cinayet suçlamaları hapse atılır ve idama mahkum edilir. Bütün hayatı boyunca karşısında durduğu ceza için şimdi sırasını beklemektedir.

Hapisteki son günlerinde, bütün hayat hikayesini anlatmak için Bitsey Bloom (Kate Winslet) adındaki gazeteciyi ister. Bitsey ile 3 gün boyunca sadece 2şer saat sürecek bir röportaj yapar. 4. gün idamın gerçekleşeceği gündür. Bitsey Bloom ise çocuk pornosu konusunda yaptığı haberler ile adını duyurmuş, haberlerden ziyade tanığının adını vermediği için aldığı hapis cezası ile dikkati çekmiş bir gazetecidir.



Film bu röportaj sırasında David Gale'in Bitsey'e tüm yaşadıklarını anlatmasını içeriyor. Geri dönüşlerle tüm hayatını izliyoruz David Gale'in. David'in Bitsey ile ilk karşılaştığı zaman sarf ettiği şu cümle belki de hepimizin hapiste olan kişilere olan bakış açısını da özetler nitelikte ;
"Camın o tarafından buraya bakanlar bir "kişi" değil, bir "suç" görürler. Ben David Gale değilim, idamına dört gün kalmış bir katilim ve bir tecavüzcüyüm. Burdasın çünkü hayatımı nasıl yaşadığım ve verdiğim kararlarla olduğu kadar hayatımın nasıl sona erdiğiyle de hatırlanmak istiyorum."


Film konusu, diyalogları, sahneleri ve oyunculukları açısından gerçekten izlenesi.

David Gale'in, başka insanların hayatına değer vererek, kendi hayatımızında değerli olabileceği, hayatımızın bir anlamın olabileceği ile ilgili yaptığı konuşma özellikle dikkate değer.
 
"Fanteziler gerçekdışı olmak zorundalar. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değildir, onun fantezisidir. İstek çılgınca fantezileri destekler. Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz." derken Pascal'in anlatmak istediği de buydu. Bu nedenle "avlanmak, öldürmekten daha zevklidir." deriz ya da "ne dilediğine dikkat et." Ona sahip olacağın için değil.Çünkü ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için. lacan'ın verdiği ders şu: istekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir. Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir."


FİLMİ İZLEMEMİŞ KİŞİLERİN YAZININ BUNDAN SONRASINI
OKUMAMALARINI RİCA EDİYORUM. FİLMİN SONU İLE İLGİLİ FİKİR UYANDIRABİLECEK ANLATIMLAR MEVCUTTUR.
 
 
Diğer insanların yaşamına değer vermek hem David hem de Constance için öncelik. Hem de kendi hayatlarından bile önemli, çünkü onlar yaşamlarının bir anlamı olmasını isteyen insanlar. Film de eğer hem David hem de Constance hayatlarının "en iyi" döneminde olup böyle bir son'a gitselerdi, filmin benim için pek inandırıcılığı olmayabilirdi. Ama ikisi de hayattayken üzerlerine düşen herşeyi yapmaya çalışmış, sonunda bir şekilde sona yaklaşmış insanlar. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamak deyimi durumlarını açıklayabilir. Hayatlarının "anlamlı" bir sonu olmasını istiyorlar ve o sona doğru yaklaşıyorlar.

İdam karşıtı olma durumuna gelirsek, evet eğer "yanlışlıkla masum insanların idam edilmesi" gibi bir olasılık var ise, bu ceza olmamalıdır!! Küçük bir olasılık bile bu cezanın uygulanmaması için yeterlidir. Bir insanı öldürmüş biri ölümü hakeder derseniz ben de size, bir insan öldürebilmiş bir insanı öldürünce bizim ondan ne farkımız kalır derim..

Sonu çok şaşırtır gibi yorumlar okuyabilirsiniz film ile ilgili, mevzu sonunun şaşırtması değildir, mevzu o son'un ne anlattığıdır. Sonunda çok şaşıracağım beklentisi ile izlenirse çok şey kaçırılarak heba olabilecek bir filmdir.

David için ise sona yaklaşmışken önemli olan ölmek değil, idamdan kurtulmak hiç değil. Oğluna yaptıklarını ve hayatına düzgün bir şekilde aktarabilmek, yaşamıyla yapamadıklarını belki de ölümü ile yapabilmek. David Gale'in son yemeğine ise özellikle dikkat derim, film de beni çok etkileyen detaylardan biri idi.

Yönetmen için ise Midnight Express'i çekti bu adam gibi bir önyargıya girmemenizi özellikle tavsiye ederim!!

IMDB Puanı: 7.4

5 Ekim 2012 Cuma

Eva

Yönetmen: Kike Maíllo
Dram, Fantastik, Bilim Kurgu
2011 - İspanya

 

Alex (Daniel Brühl) 10 yıl önce herşeyi bırakıp gittiği okuluna tekrar geri döner ve yarım bıraktığı çocuk robot işini bitirmek üzere çalışmaya başlar. Çocuk robot için duygusal zeka arayışında iken Eva (Claudia Vega) ile karşılaşır. Sonrasında Eva'nın eski aşkı (unutmadığı aşkı demek daha doğru olur) Lana (Marta Etura) ve kardeşi David'in (Alberto Ammann) kızları olduğunu öğrenir. Alex işini ve Lanayı bıraktıktan sonra, Lana Alex'in kardeşi ile evlenmiştir.



Alex ve Eva arasında özel bir bağ oluşur ve çok iyi anlaşırlar. Alex çocuk robot için aradığı "özel çocuk" profili için Eva'nın çok uygun olduğunu düşünmektedir. Eva farklı bir çocuk.



Film boyunca Alex'in neden gittiğini pek anlayamadığımızı söylemeliyim. Eva film olarak bilim kurgu öğelerini tabi ki taşırken, içerdiği duygusallık ve dram yüzünden bildiğimiz bilim kurgu filmlerinden daha farklı bir yerde bence.

Filmin geçtiği yıl 2041. Uçan arabalardan ziyade dünya'yı bildiğimiz gibi bulduğuma sevindim :) Görseller beni etkiledi. Özellikle duygusal zekanın yaratılış kısmı. Filmi biraz yavaş ilerliyor bulabilirsiniz, bir yerden sonra ne olacak duygusu da sarıyor.

Ve filmin kilit cümlesi ; "Gözlerini kapattığında ne görüyorsun?"

Birşeyleri yaratma tutkumuz ortada..Robotların bizim için anlamı ne? İnsanoğlunun kontrol edebilme tutkusunun bir ürünü mü? Peki onlara yüklediğimiz anlamlar?

Ben filmi sevmedim diyemeyeceğim ama arada kaldığımı da belirtmem gerekiyor. Standart bir bilim kurgu olmaması bence iyiye işaret.. Farklı şeyler izlemek keyifli.

IMDB Puanı: 6.5