29 Kasım 2012 Perşembe

Before Sunset

Before Sunset - Gün Batmadan

Yönetmen: Richard Linklater
Dram, Romantik
2004


İlk film için; Before Sunrise

Celine (Julie Delpy) ve Jesse'nin (Ethan Hawke) tanışmalarının 9 yıl sonrası.. Jesse'nin kitap tanıtımı için gittiği Paris'te yeniden karşılaşıyor çiftimiz.Jesse'nin uçağının kalkmasına bir kaç saat vardır ve bu saatleri Celine ile geçirmek ister. Bu sefer Paris sokaklarında, cafelerinde başlarla dolaşmaya ve aradan geçen 9 yılı birbirlerine anlatmaya...

 
 
Filmin bir başlangıca ve sona ihtiyacı olmaması hissini seviyorum. Film yine bir anda başlıyor, çiftimiz aradan sanki 9 yıl değil de 9 dakika geçmişcesine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu sefer cevaplanması gereken sorular daha fazla.. 23 yaşındaki toy halleriniz izlediğimiz çiftimiz bu sefer 30 lu yaşlarda, geçmiş, gelecek, dünya meseleleri, cinsellik, aşk, evlilik, işleri, yapabildileri - yapamadıkları - beklentileri üzerine söyleyecek çok daha fazla şeyleri var birbirlerine.. Zorlama yada klişe hiçbir diyalog yok, içlerinden geldikleri gibi konuşuyorlar. Değişmişler, hayat her zaman yaptığı gibi değiştirmiş, bazı şeyleri götürmüş ama sanki 9 sene önceki o bir gece hep gerçek kalmış..


Film bize 9 sene öncesinde aklımızda kalan soruların cevaplarını da veriyor. İlk filmden daha romantik ama daha da gerçek sanki.. Ve yine birbirine aşık insanların sadece "sana ölüyorum" cümleleri kurmadığını, dünyanın gidişatı, çevre kirliliği gibi konuları da konuşabildiğinin kanıtı :)


İlk filmi izlemeniz gerekmiyor aslında bu film için, bir anda bu film ile de giriş yapabilirsiniz çünkü tek başına da çok iyi bir film ve film de geri dönük yapılan konuşmalar ve görüntüler ile 9 sene öncesi ile ilgili boşluk kalmıyor. Mevzuyu zaten anlıyorsunuz ama ben yine de ilk filmi de izlemenizi tavsiye ederim..
 
 

Yine zevkle izledim, hayat üzerine, ilişkiler üzerine çok güzel cümleler, düşünceler var, yaş itibari ile daha yakın buldum kendime. Yine çok doğal, yine çok sade, yine herşey olduğu gibi.. Arka planda Paris sokakları, insanlar, büyüleyici yapılar , hayat akıp gidiyor, karakterler de hayat gibi hayatın getirdikleri ile bile sürükleniyorlar..

Yine bir anda geldiği gibi, bir anda bitiyor film.. En çok bu hallerini seviyorum sanıyorum bu serinin..

Aşk üzerine yüzlerce film çekile dursun, biz bu filmi sarıp sarmalayalım, saklayalım..

Şimdi Before Midnight'i hevesle bekliyorum :)

IMDB Puanı: 8.0

Before Sunrise

Before Sunrise - Gün Doğmadan

Yönetmen: Richard Linklater
Dram, Romantik
1995



Fransız Celine (Julie Delpy) ve Amerikalı Jesse (Ethan Hawke) bir çiftin kavgası sırasında tesadüfen yolculuk yaptıkları trende karşılaşırlar.. Kız Paris'e gitmektedir, oğlan Viyana'da inecektir trenden.. Jesse ertesi gün sabah uçağı olduğunu, parası olmadığından sabaha kadar Viyana sokaklarında dolaşasağını ve kendisine eşlik etmesini ister Celine'den ve böylece film başlar..


Sabaha kadar bol sohbetli, eğlenceli, bazen duygusal, bazen çok romantik bir şekilde Viyana sokaklarını gezerler. Birbirilerini tanırlar, yaşadıkları zorluklardan, hayattan beklentilerine, hayat hakkındaki görüşlerine kadar derinlemesine ve her telden bir sohbetin içine girerler..

Film tamamen diyaloglar üzerinde ve 2 kişi üzerinden ilerliyor buna rağmen asla sıkmıyor. ( Ben zevkle izledim) Farklı kültürlerden gelmiş iki insanın tecrübelerini, hayata karşı bakış açılarını ve beklentilerini doyumsuz bir sohbet eşliğinde sunmuş film bize.


Ben mükemmel görüntüler, mükemmel kıyafetler, sabah kalktığında bile saçlar yapılı gibi, gözler rimelli hatunlar ile yine aynı mükemmellikteki erkeklerin olduğu , "ayrıldılar, barıştılar, kavuştular, biri öldü, diğeri unutamadı, gitti başkasıyla evlendi mutsuz oldu" konulu ve yine tüm filmin "senin için ölürüm, seni öyle böyle seviyorum ki, öyle böyle değil" replikli aşk filmlerinden pek hazetmiyorum. Çünkü gerçek gelmiyor. Yani bir insanın "senin için ölürüm" cümlesinden sonra en ufak bir yanlış anlaşılmada, konuşmak yerine öldüğü sevgilisini terketmesi nedense bana hem duygusal hem mantıken saçma geliyor. (En aklımda kalan klişelerle genelleme yaptım)



Bu sebeplerdendir ki bu filmin; saçlar en doğal haliyle, makyajsız, tek bir kıyafet ile, çok sade ve yalın bir şekilde, Viyananın sokaklarını ve sabaha kadar canlı kalan ruhunu, iki insanın birbirine karşı en gerçek olabilecekleri halini bize aktarmış olması kalbimi fethetti.. Yani aşk demek sonsuz mükemmellik demek değilmiş..Öyle olması da gerekmezmiş zaten..

Ama aşk beklemediğimiz bir anda gelebilir, anlayamadığımız bir şekilde bizi vurabilir ama hayat bizleri farklı yönlere savurabilirmiş.. ve bir insanla geçirdiğiniz 14 saat hayatınızda derin izler bırakabilirmiş..Aşk sadece kavuşmak demek değilmiş..

En çok aklımda kalan cümle ile bitireyim;
Celine: Ben şuna inanıyorum; Eğer bir çeşit tanrı varsa, bu bizim içimizde olamazdı, ne senin ne de benim, ama sadece şu aramızdaki küçük mesafede olurdu. Eğer bu dünyada büyü diye bir şey varsa, bu başka birinin seninle paylaştıklarını anlama çabası olmalıdır. Biliyorum, bunu başarmak neredeyse imkânsız, kim umursar ki? Ama cevap çaba göstermek olmalıdır.

Filmi yeni izlemiş olmak şans sanıyorum, çünkü 2004'te çekilmiş olan Before Sunset'i de hemen arkasından izleme şansımız var, 9 sene beklemek zorunda kalmadık ama Before Midnight için biraz bekleyeceğiz.. Evet 3. film geliyor..

2. Film için Before Sunset

IMDB Puanı: 8.0

20 Kasım 2012 Salı

Dogtooth - Kynodontas

Dogtooth - Kynodontas - Köpek Dişi

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Dram
2009 - Yunanistan


Bir baba düşünün, eşi ve 3 çocuğu ile (2 kız, 1 erkek) şehrin dışında bir çiftlik evinde yaşıyor olsunlar. Buraya kadar herşey normal ama filmle ilgili sadece bu kısım normal.

Çünkü baba kendi dünyasını / iktidarını yaratmış. Çocuklar asla ve asla dışarıya çıkmıyorlar, dış dünya ile tek bağlantılı kişi baba, arabasıyla dışarı çıkıyor, işe gidiyor, evin ihtiyaçlarını karşılıyor. Çocukların bir şeyleri sorgulayıp, sorgulamadığını merak edebilirsiniz. Sorgulamıyorlar, çünkü size ne öğretilirse onu bilirsiniz. Ayrıca korku unsuru çocuklar üzerinde ciddi olarak kullanılmış. Size doğduğunuz andan itibaren, kapının dışına çıktığınızda size zarar vermek isteyen canlılar olduğu öğretilirse ve sadece araba ile dışarı çıkılabileceğini de beyninize sokarlarsa, siz o kapıdan adımınızı atamazsınız.. Araba ile dışarı çıkılabilir sadece ve şu, şu, şu şeyler yerine gelince araba kullanmayı öğrenebilir ve dışarı çıkabilirsiniz denirse de, siz o şeylerin olmasını bekler ve babanızın araba ile dışarı çıkmasını yadırgamazsınız..



Babanın yarattığı dünyada, çocuklar dinledikleri kasetlerden (annenin / babanın doldurduğu) eğitim alıyorlar. Yeni kelimeler öğreniyorlar. Bunu da şu şekilde anlatabilirim, mesela battaniyeye neden battaniye diyoruz, onun adı çerçeve de olabilirdi. Birisi bize onun battaniye olduğunu öğretti ama onun adının çerçeve olduğunu öğretseydi, bizim için battaniyenin adı çerçeve olurdu!! O yüzden bu dünyada çocuklar babaları ne öğretirse, neyin ne olduğunu söylerse onlar için gerçek o.

Ne yazık ki diğer konularda da bu geçerli, yani söylemesi bile bize iğrenç gelecek olan kardeşler arasındaki cinsel ilişki durumu, bu dünyada çok normal. Bu durum kimse de bir travma yaratmıyor. Bunlar da en başta aile de öğrenilecek kavramlar olduğundan, anne tarafından erkek kardeşe sunulan kız kardeş, ne anne, ne baba ( ki bu babanın fikri) ne de kız için sorun teşkil etmiyor. Kavramlar, toplumsal kurallar, cinsellik, kelimeler, uçaklar, hayvanlar herşey farklı bir anlamda.



Ta ki dışarıdan gelen çok küçük bir müdahaleye kadar. Dengeler bir anda alt üst olmaya başlıyor. Değişimin sinema ile başlaması ise bence etkileyici idi. Peki ya çıkış? Şu, şu, şu sebepler yerine gelse bile, nereye ve nasıl gidilebilir?! Neden köpek dişi?

Zorlayıcı bir film, eğer çıplaklık sizi rahatsız edecek ise, o konuda da uyarmalıyım. Film "bizim dünyamıza" göre oldukça mantıksız olsa da, kendi için de mantıksız bir durumu yok. Yani tüm boşluklar doldurulmuş.



Son sahne içinde sizi uyarmalıyım, baktığım için pişmanım.  Bazı filmler size "neden" sorusunun cevabını vermez, bu da böyle bir film. Bir son bekliyorsanız ondan da şüpheliyim.

Daha da yazarım aslında film ile ilgili, aklımda kalan çok fazla sahne var ama izlemeyenlere haksızlık yapmak istemiyorum.

Bu film çaba göstererek izlenecek bir film. Bazı filmler vardır, bir daha izlerim dersiniz, bu film o filmlerden değil belki ama bir kez izleyin.. Farklı, rahatsız edici, cesur bir film. Oyunculuklar da mükemmeldi..



2009 Cannes Film Festival’inde "Belirli Bir Bakış" Ödülü var filmin.

IMDB Puanı: 7.2

16 Kasım 2012 Cuma

Das Weisse Band / The White Ribbon

Das Weisse Band / The White Ribbon / Beyaz Bant

Yönetmen: Michael Haneke
Tür: Dram, Gizem
Yapım: 2009 - Almanya


Bu filmi tek bir cümle ile anlatmam gerekseydi, film de beni en çok etkileyen aşağıdaki replik ile anlatırdım..
"Beni öldürmesi için tanrıya bir şans verdim, ama o beni öldürmedi, demek ki hala beni seviyor, eğer öyle olmasaydı beni cezalandırırdı"

 

1910 lu yıllarda Almanya'nın kuzeyinde bir köyde, öğretmenin anlatımı ile Birinci Dünya Savaşın hemen öncesinde yaşanan tuhaf olayları izliyoruz film de. Aslında film de baş rölde çocuklar var, çocuklarla birlikte farklı sosyal sınıflardaki ailelerini de derinlemesine görüyoruz. Doktor ve çocukları, Baron ve çocukları, Papaz ve çocukları, Kahya ve çocukları..

Film Doktor'un geçirdiği bir kaza ile başlıyor. Bu kazadan sonra köyde tuhaf kazalar yaşanmaya devam ediyor...


Filme adını da veren Beyaz Bant masumiyet simgesi olarak kullanılıyor ama farklı bir şekilde. Yani masumiyetini kaybetmiş olduğu düşünülen çocuklar takıyor beyaz bant'ı, masumiyetlerini geri kazandıklarını ailelerine ispat edene kadar.



Başrolde cezalar var aslında film de. Cezaların kaynağı babalar. Evde ki hakimiyet tam olarak babalarda, çocuklarına her türlü cezayı vermeyi, şiddeti hatta ensetti bile yaşatan babalar, kadınlara karşı da fazlasıyla acımasız, duygusuz, "keşke ölsen" " senden iğreniyorum" cümlelerini kurabilecek kadar da duyarsız. Film de anlatıcımız Öğretmen ve sevgilisi haricinde tek bir sevgi kırıntısı göremedim. Alman disiplini mi dersiniz, ciddiyeti mi dersiniz, samimiyetsizliğimi dersiniz bilemeyeceğim ama filmin her karesinde ben duygusuzluğu, sevgisizliği, tutuculuğu hissettim. Kızının evlenmesi konusunda bile " sofradan bir tabak eksilecek", "bakacak boğaz gider" bakış açısındaki bir babadan ne bekleriz?


Siyah beyaz çekilen film tam anlamıyla; boğucu, iç karartıcı, insanı huzursuz eden ama derinden etkileyen bir şekilde ilerledi. (Siyah beyaz çekilmesi bence çok yerinde olmuş) Gerçekleri tokat gibi suratımıza vurmaktaki başarısını es geçemeyeceğim. Kötülüğün kaynağı sizin için nedir? Toplum? Aile? Bir çok olgunun aile de başlayıp, topluma yayıldığının güzel bir örneği bence bu film. Cezalandırılan çocuklar, kendi içlerinde de hataları cezalandırma yoluna giderlerse onları kim, ne için suçlayabilir? Masumiyet nedir? Küçücük suçlar için ciddi cezalar verilirken, ciddi sorunları hasır altı eden zihniyet ne yapmak ister? Ucunun aileye dokunacağı durumlarda sessizlik nedendir?


Filmi çok çarpıcı yapan etkenlerin başında ise, ufak detaylar yatıyor bence. Cezasını çekmek üzere dayak yemeye giden bir çocuğun, dayak yiyeceği sopayı getirmesinden daha iç karartıcı ve katlanılamaz bir durum yok ve o kapalı kapılar... Arkasında ne olduğunu görmemize bile gerek olmadan, sessizliği ile yüzümüze çarpan kapılar!!


Evet izlerken dağıldım, boğuldum, fenalıklar geçirdim ama üzerinde bir kaç gün düşündüm izledikten sonra, aklımda yer eden bir film oldu. İzlediğim için memnunum.

IMDB Puanı: 7.8

10 Kasım 2012 Cumartesi

Moonrise Kingdom

Moonrise Kingdom

Yönetmen: Wes Anderson
2012 - ABD
Komedi, Dram, Romantik




Wes Anderson ile tanışmam Royal Tenenbaums filmi oldu. İyi ki tanışmışım dedim filmden sonra ve Moonrise Kingdom filmini ise heyecanla izledim. Film 1960'lı yılların İngilteresinde küçük bir kasaba da geçiyor. Filmin en özet anlatımı; 2 küçük çocuğun aşkları için herkesten habersiz buluşup, kaçması, sonrasında ise tüm kasabanın onların peşine düşmesi..

Sam (Jared Gilman) katılmış olduğu İzci kampından kaçmıştır. Sam'in kaçısından sonra Suzy'de (Kara Hayward) ortadan kaybolmuştur. İzci başı Ward (Edward Norton), Polis Memuru Sharp (Bruce Willis), Suzy'nin ailesi Walt Bishop (Bill Murray), Laura Bishop (Frances McDormand), Sosyal Hizmetler Görevlisi (Tilda Swinton) ve tüm izci kampının dahil olduğu bir grup tarafından aranmaya başlarlar. Kaçış hikayesi de böylelikle başlar.

 
Suzy ailesinin "sorunlu" olarak nitelendirdiği bir çocuktur, keza Sam'de öyledir. Bu iki çocuk bir şekilde buluşmuş, aşık olmuş ve kaçmaya karar vermiştir.



Filmin en başından itibaren farkedeceğiniz üzere Suzy'nin ailesi ile yaşadığı ev tam olarak bir masal evi gibi. Renkler, eşyalar, kıyafetler herşey oyuncak havasında ve izlemeye doyamıyorsunuz. İzlemeye doyulmayacak bir başka şey ise filmin çekildiği yer. Ada'ya aşık olmamak ve orada yaşamak istiyorum dememek elde değil. Herşey özenle düşünülmüş ve yerleştirilmiş filme.

Sam ve Suzy'nin ilk buluştuklarında Sam'in elindeki çiçeklerle Suzy'i karşılaması, Suzy için küpe yapıp, Suzy'nin delik olmayan kulaklarını olta iğnesi ile küpeleri takabilmek için delmesi gibi ayrıntılar bana "gerçek ve saf aşk" hissini yaşattı izlerken.



Çocukların büyümüş, büyüklerin çocuklamış olduğu, sorunlu denilen çocuklardansa asıl sorunluların büyükler olduğu bir film benim için.

Herşey masalsı bir şekilde, yer yer komik, yer yer duygusal ama hep keyifle izlenecek şekilde ilerledi.



Başroldeki iki çocuk oyuncu zaten filmde parlamışlar. Bunun yanında genelde çok iyi oyuncuların toplandığı filmlerden korkan biri olarak bu filmde herkes sadece rolü ile vardı ve keyifle izletti. Edward Norton ve Bruce Willis sizi şaşırtacak, onları hep aksiyonlardan hatırlarız oysa. Tilda Swinton zaten hayranı olduğum bir oyuncu, yine hayran olarak izledim.

Seyri çok keyifli, bir daha izlerim dediğim bir film oldu Moonrise Kingdom. Tavsiye ederim. İzlemeyenler için çok detaya girmeden, en özet hali ile anlatmaya çalıştım filmi.

Filmi izlerken bir çok sahnede, bildiğimiz, sevdiğimiz bazı filmlere göndermeler de var..

IMDB Puanı: 8.0