29 Ağustos 2012 Çarşamba

GrieeX Film Arşiv Programı

Bir arkadaşım sayesinde tanıştığım bu program, benim gibi bir kaç harici bellekte ve 2 bilgisayarda yüzlerce film bulunduran ve bazen neyi nerede bulacağını, hangi filmin elinde olduğunu ya da olmadığını bulamayan insanlar için çok faydalı.

Programı bilgisayara yüklüyorsunuz (ki çok basit ve kısa sürüyor) Sonra ister bilgisayardan, ister harici belleklerinizden filmlerinizi seçip programa atıyorsunuz. Daha sonra ister IMDB'den ister Türk sinema sitelerinden filmle ilgili bilgileri, puanları, konuları, oyuncuları tek tıkla indiriyorsunuz. İzlediğim ya da izlemediğim diye işaretleme olanağı da mevcut. Filme kendi verdiğiniz puanı bile yazabileceğiniz bir alan vardı diye hatırlıyorum.

Kullanımı çok kolay, programı indirdikten sonra hemen çözeceğinize eminim. Anlatmama bile gerek yok aslında.

Bütün filmlerimi programa atma girişimim, yoğunluk sebebi ile sekteye uğramıştı. Şimdi yeniden ilgilenmeye başlamışken, faydası olur düşüncesi ile paylaşmak istedim.

http://www.griee.com/tr

Sevgiler.

La fille sur le pont - Girl On The Bridge

La fille sur le pont - Girl On The Bridge - Köprüdeki Kız

Yönetmen: Patrice Leconte
1999 - Fransa
Komedi, Dram, Romantik



Film Adèle'nin (Vanessa Paradis) kendisini anlattığı sahne ile başlıyor. Yüzünü görmediğimiz bir kadınla söyleşi yapıyor ve hayatını anlatıyor. Daha 22 yaşında. Daha bu sahnede umutsuzluğunu, hatalarını, sevilmek arzusu ile elini her uzatan ile her yola gittiğini, hatalarından ders almadığını görüyoruz. Söyleşi bence oldukça dürüst ve Adele'yi tanımamız ve anlamamız için oldukça yeterli.




"Geleceğimi büyük bir tren istasyonundaki banklı ve damalı bir bekleme salonu gibi görüyorum. Dışarıdaki kalabalık beni görmeden koşturuyor. Hepsi bir acele içinde, trene veya taksilere biniyorlar. Gidecek bir yerleri,görecek birileri var. Ve ben orada oturuyorum, bekliyorum. -Neyi bekliyorsun Adele? Bir şeyler olmasını"


Sonra sahne bir köprüye geçiyor, Adele köprü de ve atlamak üzere. Yanına yaklaşan bir erkek onunla konuşmaya başlıyor. Gabor (Daniel Auteuil) Adele'yi atlamaktan vazgeçirmeye çalışıyor ve bunu yaparken oldukça dürüst..
 
"- Onu siz mi kurtardınız?
- Çok karanlıktı kimin kimi kurtardığını söylemek zor"


Gabor hayatını sirklerde, gösterilerde hedef tahtasına bağladığı kadınlara bıçak atarak geçiriyor ve bu kadınlar genelde köprülerden, sahillerden bulduğu ve onunla çalışmaya ikna ettiği umutsuz kadınlar.. Zaten ölmek istemiyor muydun? Birşey kaybetmeyeceksin..



Adele ve Gabor birlikte bir yolculuğa çıkıyorlar. Adele için şaşırtıcı, Gabor için ise umut dolu demek yeridir. Gabor'un Adele'nin çok farklı olduğuna inancı tam.

Şanssızlığına inanmış genç bir kadın ve onun çok şanslı olduğuna inanan ve inandırmaya çalışan bir adam. Adele hala hayatının erkeğini, doğru insanı aramaktan vazgeçmemiş. Gabor ise hiç kimseye hayır dememiş bu genç kadının yanında kalmasından başka birşey istemeyen bir erkek.

Bu iki insan birlikte iken talih yanlarında ama ayrı ayrı dağılıyorlar. Hayata karşı mücade etmek için bazen yanınızda birileri gerekir, size inanan birileri.

Filmin repliklerinin hepsini not etmek istedim, her biri benim için ayrı anlamlar taşıdı.

"Sana bir hikaye anlatacağım. Uzun zaman önce caddenin çift tarafında oturdum, 22 numarada. Karşıdaki evleri seyrettim. Daha mutlu insanları düşündüm. Odaları daha güneşliydi, partileri daha eğlenceli. Ama aslında odaları daha karanlık ve küçüktü ve onlar da karşıdaki evleri seyrettiler. Çünkü; biz şansı hep sahip olmadığımız şeyler olarak düşünürüz. "

Filmin tamamı siyah beyaz çekilmiş ve bu bana bu film için daha da anlamlı geldi. Ayrıca filmin başındaki müzik ve filmin sonunun geçtiği yerler sizi şaşırtıcak. Eski İstanbul görmek isterseniz, bu filme buyrun derim..

Ben bu filmi çok sevdim, izlerken bolca güldüm, duygulandım.

Vanessa, söylemeden geçemeyeceğim; sen benim nefret ettiğim ayrık dişlerime az da olsa sempati duymama tek sebepsin..


IMDB Puanı: 7.5

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Take Shelter - Sığınak

Take Shalter - Sığınak

Yönetmen: Jeff Nichols
2011 - ABD
Dram, Gerilim



Curtis (Michael Shannon) ve Samantha (Jessica Chastain) işitme engelli kızları Hannah (Tova Stewart) ile birlikte küçük bir kasaba da yaşamakta olan birbirine son derece bağlı bir aile. Geçim sıkıntıları var anne ve baba kızlarının tedavisi için bolca çalışmakta. Geçim sıkıntıları var. Kızlarının tedavisi için para biriktirmek yegane amaçları.

Görünürde iyi bir hayatları var aslında, güvenli bir ortam, güvenilecek dostlar, sağlık sigortası olan bir iş.. Arkadaşlarının bile özendiği bir aile.



Hannah genelde yalnız, diğer çocuklarla iletişim kurmakta bazen sorunlar yaşıyor. Ailesi ile çok sabırlı ve kızları konusunda çok hassaslar, hayatının amacı kızları. Özellikle dikkatimi çeken ve beni duygulandıran sahne; İkisinin de kızları uyurken fısıldayarak konuşmaya çalışması ve ses çıkmasın diye ayakkabılarını çıkararak yürümesi oldu.

Curtis bir anda yaklaşan bir kasırga ile ilgili rüyalar görmeye başlıyor, bir süre sonra bu gördükleri rüya olmaktan çıkıp gündüz de gördüğü halüsinasyonlara dönüşüyor.



İlk başta beklediğiniz, bu kadar bağlı bir aile de eşi ile paylaşması olur fakat Curtis bunu yapmıyor, eşinin, yakın arkadaşlarının dikkatini çekecek derece de tuhaf davranışlar sergilemeye başlıyor. Bir yandan da çıkış yolu bulmak için destek alıyor, doktorlar, psikiyatrisler..  Fakat sonuç alamıyor. Eşi ile paylaşmamasının altında da yatan sebepler var.

Film ilerledikçe, Curtis'in kendi ailesi ile ilgili sorunları olduğunu ve eşi ve kızından oluşan küçük ailesini korumak için aslında içinde önlenemez bir savaş verdiğini farkediyoruz. Kabuslarında kızına ve kendisine zarar veren herkesi, gerçek yaşamda ailesinden uzaklaştırıyor.

Rüyalar da baş karakter öncelikle kızı, devamlı kızını korumaya çalışıyor. Sığınık yapmaya başlaması ise tamamen ailesini korumak için.


Film de sığınak bence tamamen sembol. Curtis'in boğuştuğu şeylerin dışa vurumu ise bir fırtına.. Curtis'in fırtına korkusu da tamamen korktuğu şeylerin bir sembolu.. Ailesini kaybetme korkusu, annesine benzeme korkusu, kızına yardım edememe korkusu.. Ya da gerçekten öyle mi? Filmin sonu beni ikileme düşürdü.

Sessiz, sakin ilerleyen, fakat gerilimi yüksek, huzursuz, üzen, düşündüren, eşlerin birbirine olan sevgi ve dayanışma karşısında mutluluk uyandıran bir film.

Gerçeklik ve paranoya arasında gidip geliyor.

Sonu filmden de ilginç. Sonu ile ilgili farklı bir fikir varsa duymak isterim, benim kafamı karıştırdı, şaşırttı, bir kaç gün düşündürdü.

Son olarak Jessica Chastain son zamanlar da bir çok film de karşıma çıktı ve onu izlemek gerçekten çok zevkli. Bu filmde ki oyunculuğu da harikaydı. Michael Shannon ise mimiklerini bolca kullandığı bu film de gerçekten başarılıydı.


IMDB Puanı : 7.5

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Before the Rain - Pred Doždot

Before the Rain - Pred Doždot  - Yağmurdan Önce

Yönetmen: Milcho Manchevski
Yapım: 1994 Makedonya - Fransa - İngiltere
Dram, Savaş


Makedonya - Londra - Makedonya hattında, Sözcükler, yüzler ve fotoğraflar olarak birbirine bağlanamayan ama aslında birbirine sıkı sıkı bağlı,iç içe geçmiş, birbirinin içinde, dışında, başında yada sonunda 3 ayrı bölümden oluşan muhteşem film. Kronolojik bir sıra yok ve bir ara ne, ne zamandı karışıklığı yaşanması muhtemel, o yüzden çok dikkatli izlenmesi gerekiyor.

"circle is not round - time never dies" bu cümle ile özetleyebiliriz tüm filmi.

Bir yanda Londra bir yanda Müslüman Arnavut köyleri bir yanda Hristiyan Makedonlar.. Ne kadar uzak, ne kadar yakın? Yan yana köyler de birbirlerinin dillerini anlamayan insanlar. Bir zamanlar dost, artık düşman.. Etnik bir nefret.

Sözcükler : Makedonya. Eski bir Manastırda Makedonyalı genç Kiril (Grégoire Colin) odasında Zamira'yı (Labina Mitevska) bulur. Kiril sessizlik yemini etmiştir ama hiç konuşmasalar da anlarlar birbirilerini. Zamira kaçaktır ve Kiril bu daha yeni gördüğü, hiç konuşmadığı kıza herşey pahasına yardım eder.

Yüzler: Londra. Fotograf Redaktoru Anne (Katrin Cartlidge), kocası ile sorunlar yaşamaktadır ve ayrılmak istemediktedir. Kocası Anne'den ilişkileri için bir şans, biraz zaman ister. Hangi zaman? Zaman nedir? Zaman ne zaman tükenir?  Aynı zamanda fotoğrafçı sevgilisi Aleksander (Rade Serbedzija) işinden istifa edip, ani bir şekilde Londra'ya dönmüş ve Makedonya'ya memleketine gitmelerini istemektedir.



Fotoğraflar: Aleksander (Rade Serbedzija) senelerce savaşların, kurbanların fotoğraflarını çekmekten yorgun, memleketine gidip sadece huzur bulmak ister. Ama savaş yanıbaşındadır. Dost düşman olmuş, yanı başındaki köye, bir zamanlar birlikte oynadığı arkadaşlarını görmeye gitmesi bile sorundur. Yıllar sonra diğer köye gidip sevgisi Hana'yı (Silvija Stojanovska) görebilmesi bile artık çok zordur. Aleksander'ın "fotoğraf makinem birinin ölümüne neden oldu." gibi bir cümlesi var film de. Oradaki konuşma ve nasıl öldürdüğü beni çok etkilemişti. İnsan hayatının değersizliği bir kez daha yüzümüze vurulmuş bu filmde de.


Düşmanından kaçtığını zannederken aslında belki de en yakınındakidir canını yakıcak olan bilemezsin. Şiddetin bir sınırı yok ki. Kiminle savaşıyorsun? En çok birbirimizi öldürüyoruz farkında değiliz. Kendi kurşunumuzla ölüyoruz.

Film bir şekilde başa dönüyor ama artık başladığımız yerde olamıyoruz.

Müzikleri harika. Makedonya da geçen sahneler de bize hiç yabancı değil. Düğünler, sofralar, evler.. Film de o kadar çok detay var ki, düşündükçe hatırlanan ve hayran olunan.

Anlatılmaz, izlenir, izlenir, bir daha izlenir bir film.. Çok şey yazmak istiyorum ama anlatmamalıyım bu filmi. Hatta bir kaç kez daha izlemeliyim.

IMDB Puanı: 7.9

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Un Long Dimanche de Fiançailles

Un Long Dimanche de Fiançailles - A Very Long Engagement - Kayıp Nişanlı

Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
Yapım: 2004 - Fransa
Dram, Gizem, Romantik



Mathilde (Audrey Tautou) ve Manech'in (Gaspard Ulliel) hikayesi... İdama mahkum edilmiş 5 adamın hikayesi.. Onları bekleyen kadınların hikayesi, savaşın dağıttığı hayatların hikayesi..

Mathilde 1. Dünya Savaşı sona ermekteyken geri dönmeyen nişanlısının peşine düşer. Nişanlısı, 4 kişi ile birlikte idama mahkum olmuş ve tarafsız bölgeye gönderilmiştir. Mathilde sevgilisinin başına gelenleri öğrenmek için, vazgeçmesini söyleyenleri dinlemeden, önüne çıkan her engeli aşarak zorlu bir yolculuğa çıkar. Umudunu hiç bir zaman kaybetmez. Her seferinde farklı şeyler öğrenir, farklı hikayeleri dinler.. Nişanlısı ile birlikte diğer 4 adamın da hikayesinin içerisine girer..


Aşklarının başlangıcı bile öyle güzel ki, film boyunca Mathilde'nin vazgeçmeyeceğini hissediyorsunuz. Bir yandan çok güçlü, bir yandan çok kırılgan, ama kendinden çok emin. Film her durakta sizi şaşırtıyor, farklı bir hikayenin içerisine çekiyor ve sonunu sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Hikaye bence çok güzel kurgulanmış..




Hikaye sadece Manech'in hikayesi değil, diğer 4 adamın hikayeleri de onun kadar ilginç. Sevdikleri adamlar için büyük fedakarlıklar yapmış 2 kadın daha var film de. Elodie (Jodie Foster) ve Tina (Marion Cotillard - hastayım sana kadın!). Elodie'nin hikayesi çaresizlik insana neler yaptırır dedirten cinsten, beni çok etkiledi. Tina ise intikam meleği rolünde, o da sevgilisini arıyor ama farklı şekillerde.


Savaş'ın iyi bir şey olduğunu kim söyleyebilir? Savaşları ülkeler kazanır peki o ülkelerin insanları? Kaybeden hep onlardır.. Kavuşamayan sevgililer, dağılan aileler, yok olan umutlar... Bir yanda cephede aklını yitiren askerler, bir yanda küvet içinde keyif yaparken ölüm emri imzalayan generaller.. Farklı aşklar, farklı umutlar, farklı çözümler..



Mathilde'nin batıl inancı, kendisini inandırma şekli bizim de film boyunca heyecanlanmamızı sağlıyor. Bir de "yürürken acıyor mu?" cümlesine dikkat!

Görsel olarak çok güzel bir filmdi. Bir yandan savaşın en pislik halini gösterirken bir yandan da bana "aşk başka başka" dedirten o büyük aşk'ı, aşık kadınları, umudu, çaresizliği izlettiren bir film. Çok dikkatli izlemeli diye düşünüyorum.

Bildiğiniz savaş filmlerinden asla değil.. Bu yanılgıya düşüp izlememek için direnmiştim ama çok farklı bir filmdi. Kesinlikle izlediğinize pişman olmazsınız.

Bir de lütfen, yönetmen ve oyuncu aynı diye Amelie ile karıştırma gafletinde bulunmayalım!

 Bu filmi izlemen gerekiyor diyerek günlerce baskı yapan, sonunda dayanamayıp filmi de alıp gelen ve benimle izleyen canım arkadaşıma teşekkürler :)

IMDB Puanı: 7.8

13 Ağustos 2012 Pazartesi

World's Greatest Dad

World's Greatest Dad

Yönetmen: Bobcat Goldthwait
Yapım: 2010, Amerika
Komedi, Dram


Lance Clayton (Robin Williams), oğlu Kyle (Daryl Sabara) ile birlikte yaşayan bir Edebiyat öğretmenidir. Kyle tam bir baş belası ergen genç. Kendisinden filmin en başından itibaren nefret edeceğinizi garanti ediyorum!


Kyle çok, oldukça çok tuhaf bir şekilde ölünce (Nasıl olduğunu filmi izlerken görseniz daha iyi olur bence, keyfini kaçırmak istemem) Lance oğlunun ölümünü intihar gibi gösterir ve onun ağzından bir de intihar mektubu yazar.

Mektup yerel bir gazete de yayımlanınca, bir anda ilgi odağı olur. Lance oğlunun adını kullanarak yazmaya başlar ve Kyle bir anda ünlü bir yazar olur!!


Şimdi öncelikle şunu söylemek istiyorum, filmin sonundan nefret ettim!! Bir kere de doğru olanı (neye göre, kime göre tabi ki) yapmayın ey Amerikalılar!! Böyle güzel bir filmi bile böyle bir son ile mahvetmeyin bir kere de!!

Lance senelerce yazıp duruken, kimsenin onun yazdıklarını görmemesi ama bir yalan sonucu, kendi adını bile kullanamadan yazdıklarının ilgi görmesi de ayrı bir durum film de.

Kyle öyle sevilen, herkesin hayranlık duyduğu, yazılar yazabilecek derinliğe sahip bir gencimiz değil bir kere. Seveninden çok nefret edenin olduğunu söylemek doğru olur, hatta okul da onu pek farketmeyip, ciddiye bile almayanlar da oldukça çok. Fakat nasıl olduysa bu intihar mektubu ve yazılar sonucunda Kyle herkesin çok sevdiği, ilham aldığı bir insana dönüşüyor. Okul da yüzüne bile bakmayan herkesin onunla bir anısı var ve herkes en yakın arkadaşı!!

Birisi ölür, kimsenin umurunda bile değilken bir anda herkesin umurunda olur. İyi olur, harika olur, mükemmel olur vs vs.. Bunu hakedenler de var ama haketmeyip göklere çıkardığımız insanlar daha fazla ne yazık ki. Ölüm, yaşam, başarı, başarısızlık, mutluluk, üzüntü.. farketmez. Etrafımız da herşeyden kendine pay çıkartmaya hazır insanlar hep vardır. Merhaba iki yüzlü insan dünyası!!

Hayatımızdaki insanların ne kadar gerçek? Seviyormuş gibi yapmak, önemsiyormuş gibi yapmak, hep -mış gibi davranmak bir yerden sonra yük olmuyor mu?

Çevremiz de böyle insanlar bolca var. Mış gibiciler bir de kendini kapatıp bir kaç gerçek kalabilen insanla gerçek dostluklar yaşamaya çalışanlar.

Ricamdır, lütfen herkes beni sevmesin. Ben herkesi sevmiyorum çünkü..

Sonunu görmezden gelebilirseniz bence izlenir, bolca gülersiniz, üzülürsünüz ve "evet ne yazık ki böyle" diye diye izlersiniz.

IMDB Puanı: 7.0

Womb

Womb

Yönetmen: Benedek Fliegauf
Yapım: 2010 - Almanya, Macaristan, Fransa
Dram, Romantik, Bilim Kurgu


Rebecca (Eva Green) ve Thomas (Matt Smith) yaşadıkları sahil kasabasında, 9 yaşında tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Rebecca'nın ailesinin Japonya'ya taşınması sonucu uzun bir süre ayrı kalırlar fakat seneler sonra Rebecca Thomas'i bulmak için kasabaya geri döner.


Tekrar birlikte olmaya başlarlar. Thomas bir araba kazasında öldüğü zaman Rebecca ne yapacağını bilemez. Toplum tarafından onaylanmamasına hatta Thomas'ın ailesinin de karşı çıkmalarına rağmen Rebecca Thomas'ın klonunu doğurmaya karar verir. Klonlama yasaldır.


Film çok sakin ve sessiz bir şekilde ilerliyor. Hatta büyük aşk nerelerde bile diyebilirsiniz. Romantik Amerikan filmlerinde izlediğimiz gibi yapış yapış bir aşk yok bu film de. İyi ki yok dedirtti bana. Aşk'ı sadece bakışlarda ve sessizlikte bulabiliyorsunuz. Yine bu kocaman sessizlik ve sakinlik içerisin de film hem çok rahatsız edici hem de fazla katı. Bu film bence izlediğimiz bütün filmlerden çok farklı.


Ben izlerken kafamda bir çok soru vardı film ile ilgili, bir kadın bunu neden yapar sorusunun cevabını aradım. Bir kadının aşk'ı için neler yapabileceği mi? Vicdan azabı mı, Rebecca sonucunun ne olacağını bilmese bile Thomas'a hayatını geri vermek mi istedi?  (Rebecca'nın kazadan dolayı kendini suçlu hissettiğini düşünüyorum) ? Annelik mi daha ağır basar, kadınlık mı? Klonlama ne kadar etik? Rebecca yarım kalan aşkını bir nebze de olsa yaşamak mı istedi?


Çocukken Thomas ile yapmayı sevdikleri şeyleri bu sefer oğlu! Thomas ile yapmaya çalışmasından Rebecca'nın bir şekilde Thomas ile olan anılarını canlandırmak istediğini filmin bazı sahnelerin de görüyoruz zaten. Thomas'ın sevgilisi olduğunda ise Rebecca (zaten sessiz olan) daha da büyük bir sessizliğe bürünüyor. Thomas hayatına kavuşuyor (bilmese bile ) ama Rebecca sanki hayattan gittikçe uzaklaşıyor gibi.

Ensest konusuna girmek bile istemiyorum. Film o duygular ile izlemedim ama bütün film boyunca bende o hissi uyandırmadı. Son sahne hariç, çok rahatsız edici idi.

Farklı bir film izlemek istiyorsanız denemeye değer.


ve son olarak Eva Green, sen ne değişik ne harika bir kadınsın..

IMDB Puanı: 6.3

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Welcome to the Rileys

Welcome to the Rileys

Yönetmen : Jake Scott
Yapım: 2010
Dram


Allison ( Kristen Stewart ) 15 yaşında evden kaçmış, striptizci olarak çalışan 20 li yaşlarında bir genç kız. Biraz kaybolmuş, yalnız, güvensiz, yaptığı işin tam tersine çok içine kapanık, hatta insanlara bile duvarlar örmüş biri.


Doug ( James Gandolfini ) ve Lois Riley ( Melissa Leo) çifti ise kızlarını bir kaza da kaybetmiş. Aralarında ciddi bir uçurum ve konuşulamayan şeyler var. Lois kazadan sonra hiç evden çıkmamış, bütün işlerini evden hallediyor, bir şekilde yaşamına devam ediyor. Doug'ın ise haftanın bir günü poker gecesine gitmek dışında bir hayatı yok.


Doug bir iş gezisinde Allison ile tanışıyor. Yaşadığı eve taşınıyor (ev denebilirse tabi). Doug karısını terketmiyor, sadece ona ihtiyacı olduğunu düşündüğünü Allison'un yanında kalıyor bir süre, onu bırakamıyor, bir şekilde onu koruyup, kollamaya, kendine göre ona babalık etmeye çalışıyor. Küfür etmemesini, yatağını toplamasını, temiz olmayı öğretmeye çalışıyor. Allison düşündüğünüz gibi, kendisine babalık etmeye çalışan bu iyi adamın kollarına atlayıp, kızı rolü oynamaya başlamıyor tabi ki. Öyle olsaydı zaten çok standart bir film olurdu. İyi ki de olmamış.


Lois kocasını çok merak ettiği için, sonunda kabuğunu kırıp arabaya atlayıp, kocasının yanına geliyor. Karı kocanın bu konu hakkında telefon konuşmaları ve Doug'un karısının evden çıkmasına şaşkınlıkla karışık sevinci çok güzeldir. Lois her Türk kadınının yapacağı gibi "sen elin genç,güzel, taş vücutlu kızlarıyla birlikte yaşıyorsun" diyerek, evi başlarına yıkıp, yüzlerini gözlerini paralamıyor. Büyük bir olgunlukla durumu anlayıp, kocasına destek oluyor ( Keşke her çift böyle olsa diyoruz biz de bu sırada) . O da Allison'a kendi çapında annelik yapmaya çalışıyor. Yaşadığı bir hastalık sonucunda, ona yardımcı oluyor, doğru iç çamaşırları alması için alışverişe götürüp, ihtiyacı olanları karşılıyor.


20 yaşınıza da gelseniz kendi kendinize öğrenemeyeceğiniz, ailenizden küçükken öğreneceğiniz ve alışkanlık kazanacağınız şeyler vardır, kendi başınıza bilemeyeceğiniz. Herkesin bir rol modele ihtiyacı vardır. Birisinin size küfür etmenin kötü olduğunu söylemesi gerekir, birisinin size yatağınızı nasıl toplayacağınız da öğretmesi gerekir. Bir çok alışkanlığımızı ailemiz ile birlikte yaşarken kazanıyoruz.

Filmi izlerken çoğu insanın Allison'ın o aile ile gitmesi gerektiğini, doğru olanın bu olduğunu düşündüğüne eminim. Film de mutlu sona ulaşacaktı böylece. Ben bazı şeyleri yerine koymanın zor olduğunu düşünüyorum. Senelerce yalnız yaşamış, türlü pisliğe bulaşmış, güvensiz bir kızın bir anda bir ailenin cici kızı rolünü üstlenmesini beklememizin biraz ütopik olduğu kanaaitindeyim. Babanız yoksa yoktur, kimse onun yerine geçemez. Kimse o boşluğu dolduramaz, siz bir şekilde babasız yaşamaya alışırsınız ve hayata karşı bir duruşunuz olur ister istemez. Herkesin bir başetme yöntemi vardır.

Filmin sonu benim için iyiydi. Gerçekten olması gerektiği gibiydi. Herkes daha güçlüydü artık, birisine güç vermek yada hayatına devam etmesi için yardım etmek onun hep yanında olmayı gerektirmez.
IMDB Puanı: 7.0

7 Ağustos 2012 Salı

Yeo Haeng Ja - A Brand New Life

Yeo Haeng Ja - A Brand New Life - Yepyeni Bir Hayat

Yönetmen: Ounie Lecomte
Yapım: 2009 Güney Kore - Fransa
Dram


Jinhee (Sae-Ron Kim) 9 yaşında, babasına aşık minik bir kız çocuğu. Babası bir gün ona en güzel kıyafetlerini giydirip, ellerinde bir adet pasta ile onu bir yetimhaneye bırakıyor. Jinhee ve babası ile ilgili film de izlediğimiz sahneler, Jinhee'nin çok mutlu olduğunu gördüğümüz bisiklete binme sahnelerinden ibaret (Bir de yetimhaneye bırakma kısmı var tabi ama geçmişe ait bildiğimiz sadece bunlar). Babanın yüzü ise film de bizim için de silik, hiç görmüyoruz.



Film yönetmenin kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yapılmış. (Yönetmen de küçük yaşta Fransız bir aileye evlatlık olarak verilmiş) Daha doğrusu bence, yönetmenin o zamanlar ki çocuk gözünden anlatılmış. Filmin samimiyeti, konusu itibariyle duygu sömürüsüne bile girmeden sadece bir çocuğun gözünden yaşadıklarını izlememiz bundan belki de. Babanın yüzünü görmememizin bile bundan olduğunu düşünüyorum ( Kişisel görüşüm) 9 yaşında sizi bırakıp giden birinin yüzünü ne kadar hatırlarsınız? Belki hatırlasınız bilmiyorum ama zamanla silikleşeceği kesin. Hele ki ondan kalan bir fotoğraf bile yoksa.


Jinhee bulunduğu ortamı ve babasının bir daha gelmeyeceğini kabullenemiyor. Kıyafetlerini çıkartmamak ve babasının onu yetimhaneye bıraktığı kıyafetlerle babasının geliceği günü beklemekte kararlı. Diğer çocuklarla birlikte yemek yemiyor, oyunlara katılmıyor, hiç bir şeyin parçası olmamaya kararlı. Büyük bir inat ve kararlılıkla sadece bekliyor. Evlatlık verilmemeye kararlı çünkü babası onu almaya gelicek. Sonrasın da Jinhee büyük öfke patlamaları yaşamaya başlıyor, kendisini suçluyor. Babasına ulaşılması için sonuçsuz çabalar gösteriyor, ağlıyor, kızıyor.


Bir süre sonra ister istemez, topluluğa katılıyor, arkadaş ediniyor. Kendine tutunup güvenecek bir dal buluyor da diyebiliriz. Kendisinden yaşca büyük Sook He (Do Yeon Park) ile yakınlaşıyor. Sook He onu birlikte evlat edinilebilecekleri konusunda ikna ediyor. Jinhee bir süre bu umuda tutunuyor, fakat Sook He'nin tek başına bir aile gitmesi küçük kızın aldığı bir diğer darbe oluyor ve bunun sonucunda ölmek istiyor. Küçük bir çocuğun ölmekten anladığı nedir derseniz, film de küçük kuş ile olan ilişkisine bakın derim. Aşağıda ki sahne çok etkileyiciydi. Yeniden doğmak için ölmek gerekir belki de...


Ben filmin samimiyetinden, küçük kızın harika oyunculuğundan, herşeyin bir çocuğun gözünden olduğu gibi aktarılmasından, o cümleleri söyleyenin yada yazanın gerçekten bir çocuk olduğunu hissettirmesinden dolayı filmden çok etkilendim.

Film de yetimhane de kalan sakat ve evlatlık alınması artık zor ama umutla hayata tutunmaya çalışan, aşkı arayan bir genç kızın hikayesi de var. O hikaye de beni çok etkiledi. Her hikaye mutlu sonla bitmiyor, bu da diğer bir gerçeği hayatın.

Sonuç tabi ki tahmin ettiğimiz gibi evlat edinilme ile sonuçlanıyor. Ben filmi yönetmenin kendi hikayesi olduğunu bilmeden izledim ve acaba sonrası diye düşündüm filmin sonunda. Sonrasının da cevabını almış oldum artık.

Büyük acılar, kırgınlıklar bazen harika şeyler çıkartmamıza nasıl da yardımcı oluyor. Ben izlenmesi gerektiğini düşünüyor.

IMDB Puanı: 7.3