30 Haziran 2012 Cumartesi

Ben bu aralar ...

Biraz Duracağım... Koşmayacağım artık..



Yolculuklara çıkıp, dönüşümü uzatacağım..


Ayçiçeklerinin açmasına mutlu olup, tarlalara dalacağım..



Bu sokaklardan denize kavuşacağım..


Bilmediğim koylara açılacağım..


Gün batımını izleyeceğim...


Bilmediğim sokaklar da kaybolacağım..


Ertelediğim tüm kitaplarımı okuyacağım..



Kendime yepyeni, masmavi bir kapı açacağım..





Filmlerim beni biraz bekleyecek...

Son 2 aydır içinde olduğum koşuşturmaya yarın itibariyle son verip, 3 hafta kaybolacağım..

Görüşmek üzere..



(Fotoğrafların tamamı bana aittir)

20 Haziran 2012 Çarşamba

Un heureux événement - A Happy Event

Un Heureux Evénement - A Happy Event - Aramızda Bebek Var

Yönetmen: Remi Bezançon
Komedi, Dram
Yapım: 2011



Barbara (Louise Bourgoin) ve Nicolas (Pio Marmaï) birbirlerine aşık, çok mutlu bir çift. Her mutlu çift gibi ilişkileri başladıktan bir süre sonra birlikte yaşamaya başlıyorlar. Nicolas'ın aşktan başının döndüğünü zannettiğim bir anında sarfettiği "bir bebeğimiz olsun istiyorum" gibi bir cümle sonucunda Barbara bu sözü ikiletmiyor ve kısa süre sonra hamile kalıyor. Sonrası hamilelik, bebeğin doğumu ve bebeğin ilişki ve özellikle Barbara'nın hayatına etkileri.





Filmimiz Barbara'nın hamile kalması ile tam olarak başlıyor aslında. Film de Barbara'nın hamilelik sürecinde yaşadığı duygu değişimlerini, hayatının bir anlamanda tepetaklak olmasını izliyoruz. Film bence tüm süreci çok gerçek bir şekilde aktarmış. Eksiği yok ama eminim ki fazlası vardır (Anne olanların ekleyecekleri çok şey vardır bence)


Ben filmi izlerken çok etkilendim. Tamamen size bağımlı bir varlık var karşınızda, evet sizin bebeğiniz, siz doğurdunuz, çok seviyorsunuz ama siz de bir insansınız, sizin de bir hayatınız var (vardı bir zamanlar!), hayatınız, istekleriniz mi yoksa sadece bebeğiniz mi? Bu denge nasıl kurulur? Kurulabilir mi? Onun için en iyisi ne? Peki sizin için en iyisi ne?


Tavan yapmış hormonlar, dışlanmışlık, hayattan kopma düşüncesi, yetememe hissi, en iyisini yapma çabası ama bazen en iyisinin ne olduğunu bilememek! Sizin dışınız da kimsenin o bebeğe o derece sahip çıkamayacağını bilmek ve yalnızlık. Erkeklerin yüzde kaçının bu dönemi anlayabildiğini bilmiyorum. Anlayabileceklerini pek sanmıyorum da aslında. Bu kitaplardan okunarak ya da anlatılarak öğrenebilecek bir şey değil ki.



Anne - Baba olmak doğuştan kodlanmış bir şey değil bence. Öğreniliyor. Bazıları iyi kıvırıyor, bazıları tökezliyor. Bazı babalar anneye tam destek oluyor, bazıları yalnız bırakıyor. Bazı anneler belki daha güçlü, bazıları belki daha savunmasız. Bunlar da anne ya da baba olmadan bilemeyeceğimiz şeyler sonuçta.

Film de 2 ayrı anne profili daha var. Barbara'nın annesi ve Nicolas'ın annesi. Birbirlerinden çok ayrılar, Birisi çocuğunu 5 yaşına kadar emzirmiş, diğeri ise uyuşturucu kullanmış bir halde 2 küçük kızı yanındayken araba ile yola çıkmış. Nasıl anne olacağınızı siz belirlersiniz. Deli dolu yada kuralcı farketmez. Hepimiz arızalarla büyüyoruz bir şekilde. Biz mükemmel değiliz, annelerimiz de değildi, bizler de mükemmel anneler olmak zorunda değiliz. Mükemmellik ayrıca kimin neye göre belirlediği bir şeydir?

Bence bu filmi çocuk sahibi olmak isteyenlerin izlemesi gerekiyor. Çok gerçek, çok etkileyici, çok duygusal, çok komik, çok öğretici.

IMDB Puanı: 6.1

14 Haziran 2012 Perşembe

Lars and The Real Girl

Lars and The Real Girl

Yönetmen: Craig Gillespie
Yapım: 2007
Komedi, Dram


Lars ( Ryan Gosling) küçük bir kasaba da abisi Gus (Paul Schneider) ve eşi Karin'in (Emily Mortimer) evinin garajında yaşayan içine kapanık, insanların ona dokunmasından hoşlanmayan, hayatını evi ve işi arasında geçiren genç bir adam. Karin'in tüm çabalarına rağmen insanlarla iletişim kurmayı reddediyor. Yan yana yaşadığı abisi ve eşinin evine bile gitmemek için üstün bir çaba harcıyor.



Bir yandan da merhametli, iyi niyetli, hasta diyemeyeceğiniz ama sınırda olduğunu hissettiğiniz bir karakter. Onu sevmemek bence pek mümkün değil. İşyerin de onunla iletişim kurmaya çalışan ve hatta hoşlanan Margo'dan da (Kelli Garner) sürekli kaçıyor.



Lars sonunda Gus ve Karin'a yeni bir arkadaşı olduğunu ve onlarla tanıştırmak istediğini söylüyor. Mutluluktan deliye dönen Karin yemekler hazırlıyor, hazırlanıyor ve Gus ile birlikte misafirlerini beklemeye başlıyorlar. Film de burada başlıyor asıl diyebiliriz.


Lars'in internetten sipariş ettiği Bianca (hepimizin bildiği üzere şişme bebek!) amacına uygun kıyafetler ile mutlu bir suratla oturan Lars ile yanyana bir şekilde Gus ve Karin'ın karşısında. Lars için o "gerçek". Hikayesini hiç bir boşluk doldurmayacak şekilde zihninde tamamlamış. Bianca'nın tekerlekli sandalyeye ihtiyacı var çünkü hasta, Bianca yolda valizini çaldırdı kıyafete ihtiyacı var, Bianca dindar olduğundan Lars ile garajda kalamaz Gus'ın evinde misafir odasında uyuyabilir mi gibi..


Gus ilk başta durumu kabullenemese bile Karin'in çabaları sonucu Lars'a yardım etmenin yollarını aramaya başlıyorlar. Burada devreye (oyunculuğu ile beni büyüleyen)  Dr. Dagmar (Patricia Clarkson) giriyor. Mevzu basit aslında Bianca'nın iklime uyum sağlaması için doktor'a görünmesi gerekiyor. Seanslar düzenleniyor, Bianca dinlenirken Lars ise doktorla bekleyip sohbet ediyor. Biz bu sırada Lars ile ilgili gerçekleri de öğrenmeye başlıyoruz. Lars sevdikleri için çok endişeli, iyi niyetli ama yaşadığı kayıplar nedeni ile çok hassas.



Film de en çok dikkatimi çeken ve bana keyif veren kısım kasaba halkının tepkisi oldu. Herkes büyük bir gerçeklikle Bianca'yı kabul ediyor. Bianca gerçek bir insan gibi yardım çalışmalarına katılıyor, kuaföre gidiyor, Lars ile yemeğe çıkıyor, kiliseye geliyor. Lars onunla eğer gerçekten bir sevgilisi olsa yapmak istediği herşeyi yapıyor, hatta kavga bile ediyor!!



Film de güzel tezatlıklar var. Bianca bir şişme bebek ve yapılma amacı malum ama biz onu çok duygusal ve saf bir gerçeklikle izliyoruz. İlk geldiğinde üzerinde olan kıyafetlerden farklı olarak, günlük, sıradan, bizler gibi pijamalarla, kazaklarla, kafasında beresi ve atkısıyla amacından çok çok farklı bir şişme bebek oluyor Bianca : ) Bir süre sonra izlerken siz bile Bianca'nın gerçek olduğunu düşünebilirsiniz.


Filmin en güzel sahnelerinden birisi bence Margo ve Lars'ın işyerindeki oyuncak ayı merkezli konuşmaları. (Margo'da tabi ki tüm kasaba halkı gibi Lars'a yardım etmeye çalışmaktan ve ondan hoşlanmaktan asla vazgeçmiyor)  Sahneyi anlatıp keyfini kaçırmak istemiyorum ama izlediğim en romantik sahnelerden biriydi bence : )


Hepimiz zaman zaman sınırlarda dolaşırız ve bir çıkış yolu ararız. Bazen gerçekler de, bazen de gerçek olduğuna delice inanmak istediğimiz şeyler de buluruz çıkış yolunu. Biz o yola girerken yanımızdakiler bazen elimizi tutar bizimle yürür, bazen de bizi yolun dışına atmak için iterler. Bu, bu kadar basittir aslında.

Lars'ın çıkış yolu Bianca idi, bence tutunabileceğini düşündüğü gerçekliğe tutunup, kendine bir çıkış
yolu buldu. Başka bir hayatta ya da gerçek hayatta diyelim, Bianca defalarca tecavüze uğrayabilir, Lars tüm kasaba tarafından aşağılanabilir ve kendisiyle dalga geçilebilirdi. Ben bu kasabanın gerçekliğini, Lars'ı, Bianca'yı sevdim izlerken. Filmin sonunu da çok tatmin edici buldum.

Bence izlenmesi gereken çok güzel film. Bazen gülücek, bazen hüzünlenecek ama izlerken kesinlikle keyif alıp hiç sıkılmayacaksınız.

IMDB Puanı: 7.4

11 Haziran 2012 Pazartesi

la piel que habito - The Skin I Live In

La Piel Que Habito - The Skin I Live In - İçinde Yaşadığım Deri

Yönetmen: Pedro Almodovar
Dram, Gerilim
2011




Film Polisiye yazar Thierry Jonquet’in “Tarantula” isimli kitabından uyarlama.

Dr. Robert Ledgard (Antonio Banderas ) geçirdiği bir kaza sonucu bedeni ciddi şekilde yanan karısını iyileştirmeye çalışan deri naklinde uzman bir doktor. Karısı komadan çıktıktan sonra bedenini görünce dayanamayıp, kızının gözleri önünde intihar ediyor. Bundan sonrası ise kızı için çok zor, ciddi psikolojik problemler yaşamaya başlıyor.



Buraya kadar tamam... Yukarı da yazdıklarımı film ile ilgili arama yaptığınız da herhangi bir sitede de bulabilirsiniz. Ama gerisini çok yazmak istesem de, bu film ile ilgili söylemek istediğim çok şey olmasına rağmen yazmayacağım. Çünkü bence bu film bilinmeden izlenmesi gereken bir film. Okumayın, araştırmayın ve sadece filmi izleyin...



Almodovar'ın dünyası bu, hoşgeldiniz.. Karşınıza ne çıkacağını asla bilemezsiniz.

Birisi intikam mı dedi? Sizce intikamın sınırı nedir? Eliniz de yeteri kadar gücünüz, paranız ve yeteneğiniz varsa ne kadar ileri gidebilirsiniz? Etik kurallar mı, onlar da ne??

Filmi başından sonuna kadar şaşırarak izledim. Film de geçen bazı durumları kabul edip, anlamak için sınırlarımı zorladım diyebilirim. Sıradışı, rahatsız edici ve Almodovar'ın diğer filmlerinden çok ayrı bir yerde bence.

İzleyin kendiniz çözün filmi, bence Almodovar yine yapmış yapacağını..

IMDB Puanı: 7.6

8 Haziran 2012 Cuma

You Will Meet A Tall Dark Stranger

You Will Meet A Tall Dark Stranger - Uzun Boylu Esmer Adam

Yönetmen : Woody Allen
Komedi, Dram, Romantik
2010


Bir aile, 2 evlilik çevresinde; aldatmalar, boşanmalar, geri dönüşler, terkedişler, zaaflar, endişeler, hurafeler, fallar ve aşk ile dolu bir hikaye..

Yaşlı bir çift olan Alfie (Anthony Hopkins) ve Helena (Gemma Jones) yeni ayrılmıştır. Alfie karısı Helena’yı terk etmiş ve bir fahişe ile birlikte olmaya başlamıştır. Kendisini yeni sevgilisinin yanında oldukça genç hissederken, onun istediği herşeyi yapmaktan da geri kalmaz. Yeni aşkının, yeni hayatının kendisine çok iyi geleceğine ve çok mutlu olduğuna kendini inandırmaktadır ya da kendini kandırmaktadır.


Helena eşinin onu terketmesi ile bunalıma girer, umudunu falcılar da aramaya başlar. İlk başlar da zararsız gözüken bu falcı seansları sonunda Helena'nın tüm hayatının kontrolünü fallara bırakması ile çıkmaza girer. Helena uzun boylu esmer bir adamı beklemektedir artık mutlu olmak için. Kızları Sally ve kocasını da rahat bırakmamaktadır.


Diğer taraftan Sally (Naomi Watts) ve kocası Roy'un (Josh Brolin) ise artık rutine girmiş bir evlilikleri vardır. Bolca ve çözümsüz sorunlar etrafında hayatlarına devam etmeye çalışmaktadırlar.


Roy karşı daire de oturan kırmızılı kadın Dia'ya aşık olup, ona yakınlaşmak için her yolu denemektedir.Bu film de en sevmediğim karakter Roy oldu. Tek bir kitap yazıp başarıya ulaşmış ama devamını getirememiş bir yazar. Evin tüm sorumluluğu Sally'nin üzerinde. Yeni yazdığı kitap yayınevi tarafından beğenilmeyince ise izlediği yol ve sonunda düştüğü durum ise ilgi çekici. Oh olsun dedim izlerken : )


Bu sırada Sally ise patronu Greg'e (Antonio Banderas) karşı bazı hisler beslemeye başlar. Evliliğinin bitmesini pek umursar gözükmese bile, kendine yeni bir hayat kurmak için çıkmazdadır. Annesinden beklediği yardım ile hiç ummadığı bir şekilde sekteye uğrar. Greg konusunda beklentileri ise hayal kırıklığı ile sonuçlanır.


Anlaşılacağı üzere film bolca terketme üzerine kurulu : ) Alfie Helena'yı terkeder, Roy Sally'i terkeder, Dia Roy için nişanlısını terkeder, Greg beklediğimiz üzere Sally için değilse bile karısını terketmek üzeredir.

Film de yer alan tüm karakterlerin hayatı bir şekilde, ucu aşk'a dokunarak değişime uğrar. İlişkiler  kötü gitmektedir, yeni ilişkilerin ise iyi gideceği oldukça meçhul durumdadır.

Hayatların da yaşadıkları sıkıntıları çözmek yerine yeni hayat umudu ile yola çıkanların beklentileri ne kadar karşılanacaktır? Hayat fallardaki gibi midir?  Gerçekler karşısında hayallerimiz de yarattıklarımızın dayanma gücü ne kadardır? Yeni başlangıçlar her zaman iyi sonuçlar verir mi? Hepimiz bizi gelip kurtaracak uzun boylu esmer adam'ı mı bekliyoruz? Elimizdekinin neyi eksik?

Biz de yeni vizyona girmiş ama aslında eski bir film. Şaşırtmayı seviyoruz sanırım : ) Vizyon da görünce, ben bu filmi izleyeli çok oldu ama dediğim filmler listeme ekledim bunu da.

Film tür olarak komedi, romantik ve dram olarak geçiyor ama ben bolca dram izlediğimi söylemeliyim. Film de yer alan aşkları pek gerçekçi bulamadığımdan romantik kategorisine sokamadım filmi kafamda. Komedi ise bakış açısına göre değişir.

Ben sevdim.

IMDB Puanı: 6.3

2 Haziran 2012 Cumartesi

Intouchables - Can Dostum

Intouchables - Can Dostum

Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Yapım: 2011 Fransa
Dram, Komedi


Philippe (François Cluzet) yamaç paraşütü yaparken geçirdiği bir kaza sonucu felç olur ve boynundan aşağısı tutmamaktadır.  Onunla her anında yanında olup, ilgilenecek bir bakıcıya ihtiyacı vardır. Philippe filmin başından itibaren anlayacağımız üzere oldukça zengin. 

Diğer tarafta Driss (Omar Sy) ise hapisten yeni çıkmış, acil olarak paraya ihtiyacı olan birisi. Karışık bir aile, bolca bela.

Hayat, belki de asla karşılaşması mümkün olmayan bu iki insanı bir iş görüşmesinde bir araya getiriyor. Driss bir şekilde Philippe'yi etkilemeyi başarıyor, aslında bunu yapmak için hiç çaba göstermediği halde.



Philippe hayatta herşeye sahip gözükürken ( Felçli olduğu kısmı es geçersek tabi ki) Driss bir o kadar hiçbir şeye sahip değil. Arka mahalleler, uyuşturucu, toparlanmaya çalışılan bir aile.

Farkılıkları filmin her anında, her olayda karşımıza çıkıyor. Driss'in opera ile dalga geçmesi, klasik müziğin çok bilinen, ünlü eserlerine bakış açısı, bir tablo için ödenecek binlerce avro için yapmış olduğu yorumlar sizi çok eğlendirecek. (Çoğumuz böyle düşünürüz, kabul edelim). Philippe ise tam tersi sanatla yaşayan, mektuplarda bile edebi bir dil kullanan bir insan.



Sınıf farklılıklarına bolca değinen film, zenginlerin sanata bakış açısını bile dalga geçer gibi gözlerimizin önüne sermiş.. Filmi izlerken üzülmek bir yana bolca eğleneceğinizi söyleyebilirim. Film de siyasi göndermeler de var. Herşey Driss'in o alaycı ama bir o kadar da gerçekçi tavrı ile o kadar güzel anlatılmış ki.


Dostluk bazen hiç beklemediğimiz bir yerden gelir. Dünyanın herhangi bir yerinde, bizden çok bambaşka bir insan, farklı yetişmiş, farklı düşünceleri olan, farklı acılar yaşayan birisi bile bazen içimizdeki bir şeye öyle güzel dokunur ki, sizi en çok anlayan insan o olur. Ve bazen o insan bütün hayatınızı yaşanır kılmak için yeterli olur.

Bunun farklılıklarla alakası yok, sınıflarla da.



Filmi en başında korkarak izlediğimi itiraf etmeliyim. Bu kadar çok izlenme, iyi eleştiri bende biraz korku uyandırır ama bu film beni hayal kırıklığına uğratmadı. Bazen hüzünlensem de, genelde gülerek izledim tüm filmi.

Oyunculuklara gelirsek hayran kaldığımı söylemeliyim. Driss için zaten söylenecek söz yok bence. Omar Sy Cesar Ödüllerin de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almış bu film ile. François Cluzet ise sadece bakışlarla bile nasıl oynanır bence güzel bir örneği.


Bu arada film gerçek bir hikayeden uyarlama. Philippe Pozzo Di Borgo ve Abdel Sellou’nun gerçek dostluk hikayesi.

Film'in müzikleri ise bir harika!!

IMDB Puanı: 8.5