31 Mayıs 2012 Perşembe

Young Adult

Young Adult

Yönetmen: Jason Reitman
Yapım: 2011
Komedi, Dram


Mavis Gray ( Charlize Theron ) eşinden boşanmış, kurgu yazarı olarak çalışan orta yaşa gelmiş bir kadın. Bir gün mailine düşün bir e-posta sonucunda eski sevgilisi ile aşkını alevlendirme umudu ile doğduğu kasabaya geri dönüyor.

Mavis herşeyden önce depresif bir karakter, sağlıksız beslenmesi, özensiz yaşamı, alkol alışkanlığı, sorumsuzluğu ile kesinlikle bu kadının hayatı toparlanmalı diyorsunuz izlerken. Kendine güveni tam aslında, kimseyi umursamayan tuhaf halleri var. Ben çıktım bu kasabadan, siz kaldınız, ben harikayım düşüncesinde, buna etrafındakileri mi inandırmaya çalışıyor yoksa kendisini mi orasını filmi izledikçe buluyorsunuz.


Hayatının harika olduğunu görmesi gerekiyor belki de Mavis'in, kendini kasabadakilerden bir nebze üstün gördüğünü bile hissediyorsunuz izlerken. Lisede çok popüler olan Mavis yenilgiyi kabul edemiyor.


Hangi kadın, aşkını geri kazanmak için kasabaya geri döndüğü eski sevgilisi, karısına aşk dolu bakarken bu nefret bakışını atmaz ki : )

Sadece Matt ve Matt'ın kız kardeşi ile iletişim kurabilmesi de ilginç. Onlar da zaten kendisine hayran iki insan.


Film komedi değil bence, dram da değil. Yeri neresidir bilemedim. Orta yaşa gelmiş bir kadının, yaşlandığını, başarısızlığını kabul edememesi, eski küçük ve küçümsediği kasabasında çok popüler olduğu günleri özlemesi, kendini yeniden harika hissetmek için çabası diyebiliriz belki.

Çok bayılarak izlemedim ama yine de izlenmez diyemem. Konu size ilginç gelebilir. Size kalmış.

IMDB Puanı: 6.6

27 Mayıs 2012 Pazar

Akılalmaz - Unthinkable

Akılalmaz - Unthinkable

Yönetmen: Gregor Jordan
Yapım: 2010
Dram, Gerilim


Film tam olarak aşağıda ki sahne ile başlıyor. Kamera önüne geçmiş bir adam, konuşmasına Allah'ın adı ile diyerek başlar ve tabi ki bu tarz filmlerin çoğunda olduğu üzere Yusuf (Michael Sheen) isimli terörist Müslümandır. Amerika'nın belirli yerlerine yerleştirdiği 3 adet bomba vardır ve eğer istekleri yerine getirilmez ise bombaları patlatacaktır.

Sonradan öğrendiğimiz üzere Yusuf sonradan Müslüman olan, nükleer silahları çok iyi tanıyan bir ABD vatandaşı. Video'yu gönderdikten sonra, bombaların patlamasına günler kala kendini yakalatıyor. Film'de işte burada başlıyor diyebiliriz.


Helen Brody (Carrie Anne Moss) FBI ajanı, adalete sonuna kadar inanan bir kadın ( Bu olayın sonunda hala inanıyor mudur bilemeyeceğim). Henry'e karşı verdiği mücadeleyi izlerken kadının ne kadar ciddi bir ikilem de kaldığını, sınırlarını zorladığını farkedeceksiniz zaten.


Ve Henry !! (Samuel L. Jackson) Adamımızla ilk tanışmamız da harika aile babası olarak görüyoruz. Ailesini korumaya çalışan adam!! Ne iş yapar bu adam derken anlıyoruz ki, adamımız bildiğin işkenceci.. İnsani duygulara sahip olduğunu söylemek zor. Şöyle de söyleyebiliriz " adam işini iyi yapıyor!"


Fotoğraflara bakarken bile sizi zorlayabilecek olan sahnelerden film de bolca var. İşkencenin her türlüsünü izlemeye hazır olun. Hatta ailesine bağlı Henry'nin teröristin ailesine tavrı ile dehşete düşmeye hazır olun. Beni en çok zorlayan ve düşünmeye, sorgulamaya iten sahneler onlar oldu!


Henry'nin acımasızlığı, Helen'in vicdani ile muhabesi, Yusuf'un kendine göre haklı mücadelesi. Sizi fazlasıyla düşünmeye itecek bir film. Mesela Helen'in işkenceye karşı olması ve itiraz etmesi, işkence yapılırken odadan çıkması onu işkenceye dahil olmaktan kurtarmıyor bence, bu sadece iki yüzlülük! Henry bizim için kötü adam belki tüm film boyunca ama kimse ona dur demiyor! Belki de beklediği birilerinin dur demesidir. Yusuf söylediği çoğu şeyle bizi düşünmeye itiyor, belki onun haklı bulacağımız yanları bile olabilir fakat yine de insanların canına kastetmesi ne olursa olsun onu suçlu yapıyor. Ama yine de kendisine yapılanları hakediyor mu?



Bir insanın hayatı için milyonlarca insanın hayatını feda edebilir misiniz? Milyonlarca insanın hayatını kurtarmak için bir teröristi ya da ailesini öldürebilir misiniz? Peki milyonlarca insanın yaşama hakkını savunurken o teröristin yaşama hakkını kim savunacak? Söz konusu insan hayatını kurtarmak ise terörist insan değil mi yada teröristin hayatını kurtarmak istedikleri insan değil mi? Bir fikri savunurken yada en basiti derdini anlatmaya çalışırken bunu birilerinin hayatına kastetmeden yapmak mümkün değil midir? İşkence böyle bir durumda en gerekli yöntem midir? Sizin işkenceyi görmemeniz ya da direkt olarak sizin işkence yapmamanız sizi yine de suçsuz yapar mı?
Bu Amerikalıların Müslümanlarla derdi nedir?

Bu soruların cevabı her kişiye göre farklılık gösterir. Bazen bazı soruların ise cevabı bile yoktur.

Klasik "terörist - bomba, bombayı bulup ülkesini kurtaracak kahraman ajanlar" filmlerinden çok farklı yerde olan bir film olduğunu düşünüyorum. Sonunun da sizi şaşırtacağını ve beklemediğiniz gibi olacağını söyleyebilirim.

IMDB Puanı: 7.1

Çok anlam ifade eder mi bilemedim ama;

Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez. Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

25 Mayıs 2012 Cuma

Bir Zamanlar Anadolu'da

Bir Zamanlar Anadolu'da

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Yapım: 2011
Dram, Psikolojik


"Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar..." (Alıntıdır)


Film anadolunun ıssız yollarında,karanlıkta başlıyor ve karakterlerle birlikte biz de peşine düşüyoruz kurbanın. Bir cinayet vakası, Bir komiser (Yılmaz Erdoğan) , Bir savcı (Taner Birsel) , Bir doktor ( Muhammet Uzuner).  Cinayet vakası ile birlikte karakterlerin de hayatlarını, korkularını, hayata dair endişelerini, sınırlarını, sırlarını görüyoruz ama gözümüze sokmuyor hiçbirşeyi, sen buluyorsun filmin içinde ve tabiki yavaş bir film. Yavaş yavaş olduğu gibi anlatıyor.


Bu arada savcının karısı ile ilgili olan acı hikayesi, gerçeklerden kaçmak için kendini bir yalana inandırması, iç hesaplaşması ama doktorun gerçekliğinin bunu yıkması, acı tesadüfler, Anadolu insanının bazen saflığı, bazen cinliği, alt üst ilişkileri, bürokrasinin çoğu zaman saçmalığı, ölü birisinin başında bile olsa hayatın nasıl aktığı..



Komiserin ( Yılmaz Erdoğan- oyunculuğunu çok beğendim) kurbanı bulduklarında domuz bağı ile bağlanmasına verdiği insani tepki, "ölüye de mi saygınız yok, hadi öldürdünüz niye bağlarsınız" diye feryadı, orda ki kavgası ama sonra ( ki bence filmin en can alıcı sahnelerinden biridir ) ambulans olmadığı ve araç bekleyemeyecekleri için kurbanı yine aynı şekilde bağlayıp arabanın bagajında hastaneye götürmeleri.. (Zaten ilk başta da katil bagaja sığmadığından o şekilde bağlamış, bu kadar basit işte!! )


Katil'i oynayan Fırat Tanış; bir insan nasıl sadece susarak bu kadar iyi rol yapabilir. adamı severdim daha da bir hayran oldum. Adam sustu ve baktı sadece bütün film boyunca. Katil diyemedim ben adama, çaresiz dedim, acıdım ama katil diyemedim.


Doktor'un bulunduğu coğrafya'ya yabancılığı, sessizliği, kimsesizliği belki, otopsi sırasında ki tavırları, biz de bıraktığı bir şeyler saklıyor, bu adamın bir derdi var hissi. Otopsi sahnesinin gerçekliği bile sinir bozucu ve o sırada orada bulunan insanların sakinliği ve olayın onlar için doğallığı daha da sinir bozucu belki de bizim için.

Filmin bir sonu yok. Aslında filmin bir başı da yok. Filmin başını sonunu çok istiyorsan bence kafanda yazarsın ancak. Yönetmen bir günü, bir olayı ve o olayın içinde ki savcı,doktor,komiseri anlatmış. Aslında anlatmamış bile, karakterler kendilerini anlatıyorlar zaten. Gündelik, sıradan herşey. Ölüm söz konusu olduğunda bile.. Hayat işte..

Bir son mu bekleyeceksiniz bu filmden? O zaman zahmet edip izlemeyin. Bu film size bir sonuç vadetmiyor ki. Cinayet neden olmuş? Sebebi ne? gibi soruların cevaplarını vermeyi bile düşünmüyor size film, çünkü derdi bu değil. Sadece ayrıntıları takip edin..

Nuri Bilge Ceylan'ın da bununla ilgili bir açıklaması var zaten;
(İnternet'te okudum, doğru olduğunu düşünüyorum)
"Filmin öfkelendirici olabileceğini biliyorum. Hollywood'un problemi seyircinin cevapları bir hap gibi almayı beklemesi. Sadece kimin ne yaptığını değil, nasıl ve neden yaptığını da bilmek istiyorlar. Gerçek hayat böyle değil. En yakın arkadaşımızın bile ne düşündüğünü bilemeyiz. Filmlerde gerçek hayattan fazla her şeyin açık olmasını istiyoruz ama bu sinemanın yalan olduğu anlamına gelir. Ben bu şekilde sinema yapamam."

Ben beğendim, tekrar tekrar izledikçe daha çok anlamlar çıkar bu filmden.

IMDB Puanı: 7.9

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Cafe De Flore

Cafe De Flore - Ruh Eşim

Yönetmen: Jean-Marc Vallee
Yapım: 2011
Dram, Romantik

1960 lı yıllar Paris. Yalnız bir anne Jacqueline (Vanessa Paradis) ve Down Sendromlu oğlu Laurent (Marin Gerrier) ile verdiği yaşam mücadelesini, oğlunu yaşatmak, eğitmek için verdiği çabayı izliyoruz. Oğluna tutku ile bağlı. Her anne gibi oğlunu çok seviyor fakat bu sevgi ve tutku onu hiç kimseyle paylaşamamaya kadar varıyor. Çok fedakar, hayatında sadece oğlu var, hayatının anlamı, yaşama sebebi oğlu fakat bu sonunda hastalıklı bir hal alıyor.



2011 Montreal, 40'lı yaşlarda DJ olan Antoine (Kevin Parent) , 2 kızı, bir zamanlar ruh eşi olduğunu düşündüğü fakat ayrıldığı eşi Carol (Hélène Florent) ve yeni aşkı Rose (Evelyne Brochu)  arasında hayatına devam ediyor. Antonie ve Carol çok küçük yaşlardan beri birlikte, bütün hayatları birlikte geçmiş. Carol Antonio'nun ruh eşi olduğundan çok emin ve ayrılmaları derin izler bırakıyor, toparlanamıyor. (Aşağıda ki fotoğrafta ki sahneye dikkat edin, filmin sonunda karşınıza çıkacak, Carol ve Antonio daha çok gençler ve arkalarında ki duvarda ki fotoğrafın bir anlamı var!)



Film 2 ayrı hikaye etrafında devam ediyor. Hikayeler arasın da bağlantı kurmaya çalışıyorsunuz ama filmin sonuna kadar hiç bir ip ucu yok. Hikayeler paralel gidiyor aslında. İki hikayede de sevenlerin arasına giren bir sarışın kadın var.

Jacqueline ve Laurent arasında ki küçük Down Sendromlu Rose. Rose ve Laurent birbirlerini okulda ilk gördükleri anda kocaman bir sarılmayla, yaşlarından beklenmeyecek bir şekilde birbirilerine bağlanıyorlar. Jacqueline oğlunun kendinden başka birisini bu kadar çok sevmesini, Rose'dan ayrılmak istememesini kabul edemiyor.


Diğer tarafta günümüze geldiğimiz de ise Antoine ve Carol arasında ki Rose var. Carol ruh eşinin başka birisine aşık olmasını kabullenemiyor, bütün hayatı boyunca inandığı ve bağlandığı aşk'ın aslında gerçek olmaması düşüncesi hayatına devam etmesine engel oluyor. Bu sırada gördüğü ve anlam veremediği rüyaları, uyurgezerliği, gördüğü hayaller ile baş etmeye çalışıyor bir yandan da. Rüyalarına anlam verme çabasında, eğer gördüğü şeylerin bir anlamını bulamazsa çıldıracak gibi, Antoine ile ilişkisine bir anlam vermek zorunda, ayrılığı bile geçerli kılıp hayatına devam etmesine yardım edecek bir anlam.


Jacqueline ve Carol'un durumla baş etme yolları çok farklı. Film ile ilgili çok fazla bilgi verip sonunun süprizini de kaçırmak istemiyorum. Ama çok zekice ve ilginç bir şekilde bağlanıyor iki hikaye birbirine ve filmin sonunda film boyunca gördüğünüz bütün detaylar anlamlanmaya başlıyor. Zaten biliyoruz izlerken bir şekilde bağlanmalı hikayeler ama sonuna kadar sürprizi kaçmadan merakla bekliyoruz.

Film ile ilgili söylenecek en önemli şey ise, bu film bence müzikleri için bile izlenir. Zaten isminden de anlayacağınız üzere Cafe De Flore şarkısının film de yeri büyük. Her iki hikayede de bu şarkının kendine göre anlamı var.

Ben filmi çok güzel, ilginç ve sürükleyici buldum. Hatta film ile ilgili daha uzun uzun yazmak istiyorum, farkettiğim tüm detayları, sevdiğim replikleri anlatmak istiyorum ama filmin keyfini çıkararak izlemeniz için susmalıyım : )

Antoine'nin havaalanın da ailesinden ayrılırken gözünden akan yaşı eliyle silmesi ve o gözyaşının parmağından akma detayı harikaydı!! Bu film de bolca böyle üzerinde düşünülmüş, harika sahneler var.

Eğer reenkarnasyon konusunu ilginç buluyorsanız ya da inanıyorsanız bence izlemelisiniz. Film bence farklı biçimlerdeki sevgileri, ilişkileri, aşkı, mutluluğu, çaresizliği çok güzel aktarmış izleyiciye. Ve çok güzel bağlamış, eksik kalan hiç birşey yok filmin sonunda, herşey yerini buluyor.

IMDB Puanı : 7.2

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Carnage - Acımasız Tanrı

Carnage - Acımasız Tanrı

Yönetmen: Roman Polanski
Komedi, Dram
2011


Filmimiz aslında Fransız oyun yazarı Yasmina Reza tarafından yazılmış olan bir tiyatro oyunu olan "God of Carnage" nin film versiyonu. Film de ana hikayeye bağlı kalınmış.

Film, Nancy Cowan (Kate Winslet) ve Alan Cowan'ın (Christoph Waltz) oğulları Zachary'nin, Penolope Longstreet (Jodie Foster) ve Michael Longstreet'in (John C. Reilly) oğulları Ethan'a saldırması ve Ethan'ın çenesi ve dişlerinin zarar görmesi sonucunda Longstreet ailesinin evlerinde olayla ilgili resmi bir belgenin hazırlanması için buluşları ile başlıyor.


"Şiddet kullanan" çocuğun ailesinin "Kurban" çocuğun ailesine ziyaretin de, özürleri, üzüntüleri, büyük bir içtenlikle! sıralanan, konunun çözümü için çabalayan aileleri izliyoruz. Şiddet kullanan çocuğun ailesi bir türlü evden çıkamıyor, her evden gitme girişiminde kapı önünde söylenen saçma bir söz sonucu konunun uzaması ile yeniden eve giriliyor ve konu çocuklardan aile, evlilik, kadın - erkek ilişkilerine kadar geliyor.


Daha en başında bence Alan'dan ya nefret edersiniz ya da onu çok samimi bulup seversiniz. Ağzına geleni söylemekten pek kaçınmayan, biraz umursamaz ya da gerçekçi ( ben gerçekçi kısmını tercih ediyorum) bir adam. Karısı Nancy ise havalı, oldukça kibar, iyi niyetli, orta yolu bulmaya pek hevesli bir tablo çiziyor.


Penolope disiplinli, fazlasıyla kontrollü (bana öyle hissettirdi) kuralcı bir kadın. Belli kalıpları var bence onların dışına çıkmayı asla istemiyor. Ayrıca onun için doğru olan şeyler tüm insanlık için doğru olmak zorunda gibi bir düşüncesi de var. Çocuğunun iyiliğini düşünen bir anne genelde ama sinirinizi bozabilecek bir karakter. Kocası Michael ise karısına göre daha rahat bir adam, eğlenceli yanları var.


Tabi ki bu yorumları filmin en başında yapıyorsunuz. Ufak bir kriz çiflerimizi tabir yerindeyse zıvanadan çıkartmaya yetiyor. Ondan sonra film aslında çok eğlenceli bir hal alıyor.

Bir ev ve sadece 4 kişi ile geçen film de belki sıkılacağınızı düşünebilirsiniz ama film sıkılmanıza izin vermiyor. Çiflerin zaman geçtikçe ve biraz da içkinin etkisi ile en başta gördüğümüz o hanımefendi salon kadını çizgilerinden nasıl kaydıklarını izlerken bence bolca düşünebilirsiniz de.
Önce erkeklerin eşlerine karşı dayanışması, sonra kadınların erkeklere karşı bir olması, çiflerin birbirine düşmesi, kadınların birbirine düşmesi gibi farklı şekiller de insanların "en gerçek" hallerinin ortaya çıkışını önümüze sermiş film. Kim kimin dostu, kim kimin düşmanı karışıyor bir süre sonra, savaş başlıyor. Pardon biz çocuklar birbirine girdi diye buradaydık değil mi? : )

Evli ve çocuklu çiflerin bile birbirinden bu kadar uzak olması ne kadar da düşündürücü. Zaten Michael'in evlilik ile ilgili hoş fikirleri var :)





Filmle ilgili en sevdiğim replik Alan'ın söylediği "Kimse kendinden başkasını umursamaz. Elbette ki her birimiz bencillikten uzak insanlar olmamızı sağlayacak değişime uğramayı ümit ederiz.. .. Herkes bir şekilde kendini kurtarmak zorunda"

Oyunculuklar için söyleyecek pek bir şey yok bence, hepsi kendini zaten ispatlamış harika oyuncular ve bu film de birlikte harika bir iş çıkartmışlar.
Hepimiz topluma, arkadaşlarımıza, belki eşlerimize, sevgilimize, hatta ailemize bile maskeler takıyoruz. Bazen bir şişe viski yeter gerçek bizi ortaya çıkarmaya..

Dileğim tüm insanların bir şişe viski içmiş halinin ortalarda dolanmasıdır...

Not: Bazı sinema sitelerin de "Paraları yok, bir kaç insanı bir odaya doldurup film çekmeye çalışıyorlar", "Bu neydi anlamadım, çok sıkıcı, böyle film mi olur", "Basit bir konu, bir odanın içinde geçen 4 kişinin konuşmaları ve tahmin edilebilir bir son. Kısacası çok sıkıcı"  gibi yazılar okudum. Aman diyeyim siz de okursanız lütfen bunları ciddiye almayın. Nice güzel film bu yorumlar sebebiyle güme gidiyor.. Yorumlar için ise sanırım hiç birşey söyleyemeyeceğim!!

Film izlerken düşünmeyi seviyorsanız, izlediğiniz filmin illa ki bir sonu olması gerekmiyorsa, kara mizahtan hoşlanıyorsanız, "gerçek" filmleri seviyorsanız bence mutlaka izlemelisiniz.

IMDB Puanı: 7.3

3 Mayıs 2012 Perşembe

Medianeras

Medianeras - Sidewalls

Yönetmen : Gustavo Taretto
Dram
2011



Mariana (Pilar Lopez de Ayala) vitrin dekorasyonu yapan bir mimar. 4 yıllık ilişkisini şu cümle ile "Bir anda yabancı bir insanla olduğunuzu fark edersiniz odada, içinizi bir korku kaplar" bitirmiş. Kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışan biraz depresif güzel kızımız. Cansız mankenlerle çalışıyor, vitrin düzenlerken bazen mankenin mi yoksa kendisinin mi daha cansız olduğunu sorguluyor.


Martin (Ines Efron) Web sayfaları, bilgisayar oyunları tasarlıyor. Kutu evinde, Mariana'nın karşı bloğunda bütün gün bilgisayar başında vaktini geçiriyor. Kız arkadaşı köpeğini de ona bırakıp gitmiş ve bir daha dönmemiş. İnternetten tanıştığı kişilerle buluşma çabaları var ama şu cümlesi durumu çok güzel özetliyor "Big Mac yerken yaşadığım aldatmacanın aynısını yaşıyorum"



Filmi izlerken "yeter artık karşılaşsınlar" çığlıkları atabilirsiniz ama acele etmeyin. Filmin tadını çıkarın. Film genel olarak karakterlerin iç sesleri ile anlatımıyla devam ediyor. Mariana'nın binalardan yola çıkarak yaptığı betimlemeler, Martinin internet üzerine yorumları aslında hepimizin gördüğü, bildiği ama üzerinde çok fazla düşünmediğimiz şeyler.


İnternet bizi birbirimize mi bağlıyor yoksa giderek uzaklaştırıyor mu? Profillerin de mükemmel olan insanların kaçı gerçek hayatta öyle? Neden kimse profiline "çok sinirliyim, arada gözüm dışarı kayar" yazmaz da, 3 kelime bildiği halde ispanyolca biliyorum diye belirtir?

Aradığımızı bile bulamazken, ne aradığımızı bilmeden nasıl bulacağız o insanı?
"Nerede arayacağımızı bilmiyorsak aşkı nasıl bulabiliriz?"

Koca bir şehir, 2 insan, izlerken birlikte olsalar dediğiniz iki insan. Farkında olmadan birbirlerine ve hayata bir pencere açan, aynı filme ağlayan, radyo da aynı şarkı çıkınca sesini açan, aynı oyunları oynayan, aşkı arayan iki insan. Film süprizlerle dolu. Harika bir senaryosu var, sizi düşündürüyor, şaşırtıyor, güldürüyor, üzüyor bazen.
Filmdeki herşeyin çok gerçek olmasını da ayrıca sevdim Karşılaşmaları ise bence hem gerçek hem de masalsı! ( Evet sonunda bana göre bir aşk filmi buldum :))



İzlemezseniz bence çok şey kaybedersiniz!!

IMDB Puanı: 7.3

2 Mayıs 2012 Çarşamba

The Vow

The Vow - Aşk Yemini

Yönetmen: Michael Sucsy
Dram, Romantik



Paige (Rachel McAdams) ve Leo (Channing Tatum) evli, mutlu, aşık bir çiftimiz. Geçirdikleri bir kaza sonucu Paige hafızasını kaybediyor ve Leo ile geçirdikleri yılları tamamen unutuyor.
Film de Leo'nun Paige'nin aşkını yeniden kazanma çabasını izliyoruz.

Konu gerçek bir hikayeden alınma.



Benim film ile ilgili yorumum ise, filmin tamamen şişirme olduğudur! Aman da ne harika romantik film diye diye merak uyandırdınız, bende hadi bir şans verelim dedim ama yine duvara tosladım.
Konu aslında ilginç ve gerçek olması aslında filmin ilgi çekmesi içinde büyük avantaj ki ben bu avantajın gayet iyi kullanıldığını düşünüyorum. Fakat gerisi yok.


Elimiz de zamanında avukatlık okuyan fakat hayalleri için ailesini bile geride bırakarak avukatlık eğitimini yarım bırakıp heykel sanatçısı olan bir kızımız var. Kızımız anlıyoruz ki bildiğin zengin züppe iken, esas oğlan ile kendini bulmuş, özgür ruhlu bir sanatçı olup mutlu mesut yaşıyor ama kazadan sonra yine züppe oluyor!!

Azıcık daha özenli olsa ya bu senaryolar keşke. Sonu belli zaten, zaman doldurmuşlar bazı sahneler ile bence. Hemen ortaya çıkan eski nişanlı klişesi, ailenin para teklif etmesi falan yapmayın artık bunu! Ben öyle ahış şahım bir aşk da göremedim film de.

Romantik film olsun da ne olursa olsun diyorsanız buyrun izleyin ama benim gibi azıcık mantıklı gidin yahu bıktık bu klişelerden diyorsanız bitse de gitsek kıvamında izleyebilirsiniz bu filmi.

Seçim size ait!

IMDB Puanı: 6.6